Uluer Aydoğdu
Mutlubaharlarevi, İzmir
Frijot Capra’nın “gelecekteki tarihçiler tarafından çağımızın en etkili düşünürlerinden birisi olarak değerlendirilecek” dediği Gregory Bateson, “Dünya karmaşıklığı arttıkça daha bir güzelleşir” diyor ve “kalıpların ötesindeki modelleri ve yapıların altındaki süreçleri araştırmak suretiyle çeşitli bilimlerin temel varsayımlarına ve metotlarına meydan okuyan” bir bilim insanı olarak “ilişkinin her türlü tasvirin temeli olması gerektiğini söylüyordu” ısrarla. “Başlıca gayesi” ise “gözlemlediği fenomenlerdeki organizasyon ilkelerini keşfetmekti.” Buna “her şeyi birbirine bağlayan model” diyen Bateson için “öyküler, kıssalar ve metaforlar insan düşüncesinin, insan aklının temel ifadeleri” olup “öykülerin vazgeçilmezliği, ilişkilerin vazgeçilmezliğiyle” ilişkilidir. Öyle ki “doğmakta olan yeni paradigmanın ana unsuru nesnelerden ilişkilere geçiştir” artık. Diğer bir deyişle “Biyolojik yapı (form) ilişkilerin bir araya gelmiş şeklidir, parçaların değil.” Bu doğrultuda “Bir öyküde önemli olan, dikkate alınması gereken şey konu, olaylar veya öyküdeki şahıslar değil bunların kendi aralarındaki ilişkilerdir.” Bana bir ilişki ver sana bir dünya yaratayım.
Esas olan karşılıklı ilişkiler ve birbirine bağımlılıktır. Öyle ki, Nobel Kimya Ödüllü Ilya Prigogine’den hareketle “Birbirine bağımlılığı vurgulamakla canlı (hayat) ve cansızlığın düşman olmadıklarını gösterebiliriz.” Zaten böyle de olmak zorundadır. “Çünkü aksi durumda bir tarafımızda mekanik bir dünya diğerinde biyolojik ve ondan sonra da mutlak engellerle (sınır) ayrılmış bir insan dünyası olacaktı.” Burası zaten düğümlendiğimiz yer olup “bu engellerin ötesine geçmek için birtakım transcendental/aşkın bilgilere başvurmak” zorundayız hep. Prigogine’ye göre buna gerek yoktur.
Çizgisel Olmayan Tarih
Kâinat, bir embriyo gibi, her an bir bütün olarak oluşan bir organizmadır. Bu bağlamda karşılıklı ilişki, etkileşim ve birbirine bağımlılıktır önemli olan. Burada elbette zamanın oku geleceği göstermekte ve organizma geri-dönüşümü olmayan bir şekilde geleceğe doğru hareket etmektedir, ama parçalar ya da ilişkiler/süreçler arasında bir öncelik/sonralık ya da önemli/önemsiz ayrımı yoktur ve parçaların ya da ilişkilerin/süreçlerin karşılıklı ilişki ve etkileşimine yaratıcı faaliyet olarak bakmak gerekir. Tek başlarına hiçbir anlamı olmayan süreçler bir araya gelince örneğin bir bedenin bütünlüğünü ve geçici, ama verimli döngüsünü ortaya çıkarırlar. Tam da bu yüzden birtakım aşkınlıklardan medet ummak yerine kâinatı bir bütün olarak oluşum, süreçler içre süreçler, ‘ilişkiler birlikteliği’ olarak görmek bana daha doğru ve anlamlı geliyor. Özetle çizgisel olmayan, geri-dönüşümsüz bir yol izler kâinat. Manuel De Landa, Çizgisel Olmayan Tarih/ Bin Yılın Öyküsü (Türkçesi: Ebru Kılıç, Metis, İstanbul, 2006.) adlı muhteşem kitabında “birbirini izleyen bu oluşumlar, giderek artan mükemmellik aşamaları olarak ilerlemek şöyle dursun, yalnızca farklı tipte malzemenin birikimleridir; peş peşe gelen her katmanın kendi içine kapalı bir dünya oluşturmadığı, tam tersine farklı türde etkileşimlere ve bir arada yaşama tarzlarına vardığı birikimlerdir bunlar” diyerek bütünselliğe olduğu kadar süreçler arasındaki o büyüleyici etkileşime de dikkat çeker.
“Farklı biçimlere bürünen madde-enerjinin” geri-dönüşümsüz akışıdır söz konusu olan ve burada ilerlemekten ya da gerilemekten daha çok bu “farklı biçimlerin çoğulluk içinde bir arada bulunuşu ve bu biçimler arasındaki etkileşim” söz konusudur. Nicelikler birikip belli doygunluklara geldikçe faz geçişleri yapan ve giderek karmaşıklaşan bir oluş’tur (oluşum/konfigürasyon) kainat. Aynı zamanda da yapısal oluşumların, bir kere oluştuktan sonra karışıma eklendiklerini ve kendilerini üreten/yaratan akışı engellemeye çalıştıklarını ya da yoğunlaştırdıklarını, yani sıçramalar için önünü açtıklarını da sık sık vurgular Landa. “Birçok bakımdan asıl önemli olan bu dolaşımın ortaya çıkmasına yol açan belli biçimler değil, dolaşımın kendisidir.” Landa şöyle diyor: “Doğumumuzda, bu akışın belli bir bölümünü bedenlerimizle yakalarız, sonra öldüğümüzde yine serbest bırakırız ve mikroorganizmalar bizi yeni bir hammadde yığınına dönüştürür.” Büyüleyici değil mi?
Çekim merkezleri ve çatallaşma noktaları
Bir bakıma, yaşayan sistemler çok iyi organize bir fabrikayı andırır”. Öyle ki bu fabrikalar “bir yanda çok sayıda kimyasal dönüşümlere sahne olurken, öbür yanda tekdüzelikten oldukça uzak bir dağılım gösteren biyokimyasal materyaliyle göz alıcı bir ‘mekân-zaman’ organizasyonu”durlar. Bu doğrultuda sistemler imkân ve kabiliyetlerini tüketinceye, yani tekdüzeleşinceye kadar kararlı haller sergiler. Yeni “çekim merkezlerinin kurulması” varolan düzenin kararlılığını kaybettiğine işarettir ve bu yeni “çekim merkezleri” sisteme yeni iletişim yolları sağlayan konfigürasyonlardır. Artık görece “determinist kuşaklar”dan geçilmiş ve “çatallaşma noktası” denen yere gelinmiştir. Ancak bundan sonrasını tam olarak kestiremeyiz. “Burada, bir zarın atılışındakine çok benzer şans olayları ile karşı karşıyayızdır. İşin daha büyülü tarafı ise simetrinin kırılmasıdır. Aslında henüz doyurucu yanıtlar olmasa da, doğada sınırlı ve kısmi simetrilerin kırılarak değişimlerin oluştuğu şeklinde bir görüşün yeni yeni belirdiğini, başka imkân ve kabiliyetlerin kokusunu alan kimi süreçlerin uyanan süreçlerle yeni dayanışmalara, işbirliklerine gittiğini söyleyebiliriz. Sistem dengedeyken “… genellikle ‘gürültü’ diye adlandırılan dış akıştaki rastgele dalgalanmalar, önemsiz nüanslar olmak şöyle dursun çok daha karmaşık reaksiyon şemaları demek olan yeni tür davranışlar üretir.”
“Çatallaşma noktası”, sistemin “birden fazla olası gelecek arasında seçim yaptığı” sıçrama noktasıdır. Ancak, Prigogine ve Stengers’in [(Ilya Prigogine-Isabelle Stengers, Kaostan Düzene (Türkçesi: Senai Demirci), İz Yayıncılık, İstanbul, 1998. Kitabın orijinal adının Man’s New Dialogue with Nature (İnsanın Doğayla Yeni Diyalogu) olduğunu düşünecek olursak doğmakta olan yeni paradigmanın eski, bildik anlam, değer ve kurallarla bir işinin olmadığını söylememek mümkün.] de özellikle vurguladıkları gibi “… bütün ve parçaların davranışı arasındaki ilişkileri açıklamak için bir karmaşık organizasyon kavramı gereklidir.” Çünkü, “Mutlak bilginin mümkün olduğuna inanan determinizmiyle/gerekirciliğiyle klasik bilim anlayışı toleranssızlığa ve nihayetinde şiddete öncülük etmektedir.” İnsanbiçimsel olduğu kadar aynı zamanda da dogmatik bir “körlüktür” bu. İşin daha kötüsü sistemin bu halde kalması için uygulanan şiddetteki artış öyle bir hale gelir ki sistem denge halinde bir ölüye dönüşür. Ancak ölü bir sistem size güvenli/istikrarlı bir dünya sunabilir.
Kaostan düzen doğar
Frijot Capra’nın Fiziğin Tao’su (Fritjof Capra, (Türkçesi: Kaan H. Ökten), Arıtan Yayınevi, İstanbul, 1991) adlı kitabının alt başlığı ilginçtir: Şiva’nın Raksı. Frijot Capra, atom altı parçacıkların dansını eski Hint tanrısı Şiva’nın raksına benzeterek Şiva‘nın Raksı, adlı bir makale yazar (Yeni Bir Düşünce, Fritjof Capra, (Türkçesi: Mustafa Armağan), Ağaç Yayıncılık, İstanbul, 1992) Bu makale daha sonra Fiziğin Tao’su adlı kitaba dönüşecektir. Diğer yandan Kaostan Düzene’de Weber, Prigogine’ye “Şimdi bilim, Şiva’nın dansıyla sembolize edilebilir mi?”, diye sorar. Prigogine’nin yanıtı şöyledir: “Evet, Hintli bir arkadaşımdan, Şiva’nın bir elinde bir müzik aletini, bir davulu; diğerinde ise bir alevi tuttuğunu duymuştum. Alev, yok etme; davul ise yaratmadır. Ruh, hem yok etmeyi hem de yaratmayı birleştiriyor.” Weber’in, Lama Goinda gibi Budist bilim insanlarından aktardığı üzere “… Şiva’nın dönüştürmeci kozmolojideki dinamik prensip olarak algılanmasıyla” Prigogine ve Stengers’in “kaostan düzen doğar” şeklindeki yaratıcı kâinatının uyumlu olduğunu söyleyebiliriz.
Valery’nin dediği gibi “zaman inşadır”. Diğer bir deyişle an ve an yeniden yapılanır durur kâinat bir bütün olarak şimdi, şu an, burada. Parsifal’da ne deniyordu: “Zaman, burada uzaylaşıyor”.
Dünya daha önce de vardı, ama ben onu yeniden doğurmak için dünyaya geldim. İşbirliği yok…
Varoluş bahçesindeyiz.