soL Kitap, 14 Ağustos 2013, Çarşamba
Uluer Aydoğdu’nun gerçeklikle üstgerçeklik arasındaki şaşırtıcı yolculuğu
* Hani deniyor ya “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diye, ama eskinin bilgileriyle, duygularıyla hareket ediyorlar. Böylece yeni, dünyanın en eski durumu, yürürlüğe girmiyor. Ah, evet, dünya durmayarak duran bir şey, alın size devrimcilik!
Görüşme:
OSMAN ÇUTSAY
——————————————-
Yeni kitabı “Yeryüzü Yeniği” ile şaşırtıcı bir dünya kurgulamayı başaran Uluer Aydoğdu, Türkçenin geniş olanaklarını daha da genişleterek bir uyanış ve kopuş örgütlenebileceğine inananlardan. Türkçenin içinden “uyananlar arasındaki uçbeylerin kullandığı bir dil” çıkarmanın mümkün olduğunu, bu yeni dilin de özgürleşmenin hizmetine girebileceğini savunan Uluer Aydoğdu, son kitabı ve kafasındaki “asıl mesele” ile ilgili sorularımızı yanıtladı.
– Türk şiirine, gerçekten kendine özgü bir giriş bu kitabınız. Peki, Türk şiiri dediğimiz toplamın sizi bir “hüsn-ü kabul”le karşılayacağını düşünüyor musunuz? Daha doğrusu Türk şiiri bugün sizi taşır mı ve siz de bu şiiri taşımak istiyor musunuz? Asıl soru ise şu: Bu karşılıklı “hoşgörü” ile edebiyatı ve dış gerçekliği değiştirmek mümkün olabilir mi?
ULUER AYDOĞDU – Türk şiiri ya da şiir, kendi anlam, değer ve kuralları olan bir organizma tıpkı sizin, benim ya da çiçekler ya da bir elöpen gibi. Öteden beri her yerde karşıma çıkan, görmezden gelemediğim ve giderek kanımın ısındığı ve zaman içinde uzun uzun sohbetlere giriştiğim birisi. İlk karşılaşmamız, yıllar yıllar önce T. S. Eliot’un, J. Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı adlı şiirinde “Cana kıymanın da, yaratmanın da zamanı gelecek“ dizesiyle oldu. İrkildiğimi anımsıyorum. İrkilmek ne ki, kurşun keskinliğindebu dize gelip alnımdan vurdu beni, abartmıyorum, oracığa yığılıp kaldım. Dize beynimde ilerlerken; keskinliğini, sıcaklığını, sivriliğini saplarken zihnime “yaladı köşesini bucağını” kalbimin. “Oyalandı bir süre” başka diyarlara inanayım diye kanat çırpan kalbimle. “Aldırmadı” beceriksizce çırpınışına koca bedenimin. Zamanı ve mekânı hızla geçip öylece, hülyalı atıldı genç dimağıma. Baktı, ayaklarını şiire sarkıtmış bir çocuktu sarstığı. Durmadı, cayır cayır aktı hücrelerime, “uyuyakaldı.” Sonra, zaman içinde şiire yakalandığımı anladım. Şiir kerimdir!
İşte bu Türk şiiri ya da şiir kişisinin refakatinde yeryüzünün ve evrenin oyuncularıyla, kendi içimdeki bir sürü ben vasıtasıyla giriştiğim alışverişten (mübadele) derlediklerimden başka bir şey değil yazdıklarım. Bunların varoluşun eşiğinde -Gaston Bachelard’dan yola çıkarak, şiir sanat falan değildir, şair varoluşun eşiğinde konuşur- konuşma olduğunu düşünüyorum. Esas varlığı “oluş” olan bir sürecim ben tıpkı diğer “şeyler” gibi ve kendimi durmadan daha büyük bütünlere açıyorum. Şiir, o bütünlerden biri, ancak ölüsevici de değilim; şimdi yeni bir durumsa, bu yeni durumun bilgisi, duygusu, şiiri, aklı yeni olmak zorunda. Hani deniyor ya “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diye, ama eskinin bilgileriyle, duygularıyla hareket ediyorlar. Böylece yeni, dünyanın en eski durumu, yürürlüğe girmiyor. Ah, evet, dünya durmayarak duran bir şey, alın size devrimcilik! Yoksa bir ısıl ölüm yaşayacağını biliyor dünya da, kâinat da. Yani kendinde, kendi kendine, kendini var ettikçe var olan, var oldukça da var eden bir organizmanın bir parçası olarak buna karşı koymak mümkün değil, değişmezsem ölürüm. Bu yüzden başımızdaki en büyük belanın “süreksiz akıl” olduğunu düşünüyorum. Bir yere çakılmış ve “hareketsiz hareket ettirici” sanıyor kendini. İşte bu “süreksiz aklın” sürek avı sürüyor her yerde. Şiirde de. Oysa masallar her şeyi biliyor. Bu bilgi -tuhaf bir şekilde- kararsız kuantum dalgalanmalarının durumuyla örtüşüyor. Çünkü bu dalgalanmalar esnasında bir an görünüp sonra kaybolan parçacıklar ortaya çıkıyor, sanal parçacıklar.
Şiir: Uçbeylerin konuştuğu öncü dil
– Mevcut gerçekliği değiştirme iddianız ve hırsınız da var; şiirlerinizde hemen görüyoruz. Türkçe, işinizi kolaylaştırıyor mu veya işinizi zorlaştıran ne?
ULUER AYDOĞDU – Bütün mesele “olmak ya da olmamak” değil bana göre, ‘oluşmak ya da oluşamamak’. Akıştan başka bir şey değiliz. “Eğer görebilen gözler olsaydı uyuklayan bir kayalığın dans eden kaos olduğunu görürdü” diyor Nietzsche, buradayım, buradan hareketle, bir şeyler oluşuyoruz (Kû), tam olarak var olduğumu söyleyemem, kimse söyleyemez çünkü zarlar yuvarlanıyor, aksi takdirde hile yapmış oluruz. Benim gerçeklik anlayışım böyle, faz geçişleri, “dönüşüm itkisi”, solacağı halde açan çiçeklerin kahramanlığı, belirsizlikler, yüzde yüz bir sabahın ya da bütün diye bir şeyin olamayacağı, “aydınlık sandığımız bilincimizin belki de bulanıklık olabileceği” ve bu yüzden “matlaşmamızın gerektiği”, ölümün ters dönmüş doğum olduğu… Sonuçta hayat, bir ölüm-kalım süreci olmaktan daha çok “bir olanaklar alanı, seçim yapmaya”, oluşmaya, burada kalmamaya bir davet. Bir “açık yapıt”.
Böyle olunca “en büyük ölüm” diyebiliyor insan, çünkü başka doğum yok. Ya da doğum dışa ölmekse, ölüm içe doğmaktır.Dünyaya düşmek ise, ah, evet, ters dönmüş çıkmaktır ve insan hep eksiktir. Tamamlanmış ve eksik olmayan bir dünya arayışı da metafizik. Oysa “bütün gerçek olmayandır”. Şimdi buradaysak, bu, eksik oluşumuzdan, ama “olmak” kaygısı bizi gerçek olmayan bir şeyin peşine düşürmüş. Bu yüzden, oluşmaktan korktuğumuz için, büyüyemeyen çocuklar gibiyiz. Deleuze’e göre “insanların en korktuğu şey sele kapılmak”, yani varoluşa kapılmaktan korkuyoruz, oysa esas varlığımız o.
Sağlıklıyken bir’dir insan, bir bütün, ama gerçek olmayan. Ancak bu durum geçicidir. Bir olan, doğal olarak biricik ve eşiz olduğundan, kendini gerçekleştirmek de diyebileceğimiz bir sürecin mağlubu olarak bozunuma uğrayıp yavaş yavaş ve hızlıca bu bir/bütün olma, yani gerçek olmama halinden uzaklaşır. Sembolik olarak söyleyecek olursak cennet/altın çağ/çocukluk biter, dünyaya atılırız. Daha biraz önce o gerçek olmayan bütüne sessiz sedasız hizmet eden süreçler uyanmıştır artık. Bu uyanış, kopuş da diyebiliriz buna, dili zorunlu yapar. Bu bağlamda, dile getirmek, “ağrı” ve yolunda gitmeyen süreçler arasında bir ilişki olabileceğini düşünmüşümdür hep: Kainatın Ağrıyan Yeri İnsan! Kabaca “ağrı” diye kaydığını koyduğum dilin aynı zamanda da bir uyanıklığın, bütünden kopuşun örgütlediği bir öngörülemez süreç (emergent) olduğunu söylemek mümkün. Şiir, işte uyananlar arasındaki uçbeylerin kullandığı öncü bir dildir.
Örneğin Ece Ayhan, Türkçede müthiş bir ‘yabancılık’ icat etmiştir. Dil, hiçbir zaman homojen bir sahada hareket etmez. Kekeleyen bir şiir oluşmak, işte güç olan budur. “Tek dilde bile ikili olmamız gerekir, kendi dilimizde bile ergin olmayan bir dilimiz olmalı, kendi dilimizde azınlık bir dil yaratmalıyız. Çok dillilik, her biri kendi içinde bağdaşık (homojen) olan birçok sistemin sahip olduğu şey değildir; kaçış çizgisi veya değişim çizgisi bir sisteme bulaşır ve onun bağdaşık (homojen) olmasını önler.” İşte Cemal Süreya, San adlı şiirinde “Seni kucağıma alıyorum/Tarifsiz uzuyor bacakların” derken Türkçeden “bir başka dil çıkartır.” Proust’un dediği gibi “Güzel kitaplar yabancı dildeymiş gibi yazılmışlardır.” Hele bir uyanıp kalmaya görün, bir başka uçbeyi Nâzım’ın şiirlerinde Türkçe birdenbire ileriye sıçrar ve bu aynı zamanda da insanın geleceğe sıçramasıdır.
Hayaller gerçeklerden daha zengin
– Şiiriniz “yüzmeye hevesli şeyler olmasa suyun kaldırma kuvveti ne işe yarardı ki?” diye soruyor ve “doğru kuşlar yanlış uçmaz” diye de uyarıyor. Gerçekliğe şiirinizle müdahale ediyorsunuz. Bu sorularınıza ve müdahalenize nasıl yanıtlar aldınız?
ULUER AYDOĞDU – İçiçelikten söz ediyorum, yüzmeye hevesli şeyler olmasa suyun kaldırma kuvveti ne işe yarardı ki ya da et izin vermese bıçağın halini düşünsenize, nicedir, örneğin, küf mantarları da yer içer, ürer ve ölür, insan da, düşündüm de insan ile küf mantarları arasındaki mesafe öyle çok uzak değildir, aynı sahanlıktayız ve aynı kalıbı paylaşıyoruz işte, yüklendiklerimizin aynı oluşu öznelerimizi önemsiz yapıyor, bu yüzden korkma diyorum kendi kendime, biz bizeyiz. Ancak herkes için aynı anda ideal bir durumun olacağını hayal edenleri de küçümsüyorum, çünkü av için ideal olan durum avcı için, avcı için olan av için ideal değildir, ama Manuel De Landa’nın da söylediği gibi “avcılar ile avlar arasındaki evrimci silahlanma yarışı”ndan başka bir şey değildir yaşam. Braudel, bu doğrultuda, teknolojinin, uygarlıkların gelişmesinde savunma ve saldırı düşüncesinin ne kadar başat olduğunu bütün çıplaklığıyla gösterir. Diyeceğim, av, avcının ters dönmüş halidir ve bu ters dönmeler sürekli yaşanır, bir de bakmışınız bugün eğrelti otu olanlar sizi kesmeye gelmiş yarın. Bu nedenle şu ya da bu olamayacak kadar çok şeyi ifade ediyoruz. Yani, ben satranç tahtasında yalnızca bir fil, bir at ya da vezir, şah ya da piyon olamayacak kadar çok şeyim ve bu bağlamda durumlar yaratarak hareket eden bir go oyuncusu ve taşı olduğumu düşünüyorum.
Sonuçta, binlerce yıldır tehlikeli olduğunu bir türlü göremediğimiz “güvenlikte yaşama” dürtüsünün bizleri vasatlaştıran gramerini bozuma uğratan, yıldırımdan korkmayan çocukların pekiyi yürüyüşüdür yaşam. Bu farklı gramerde her şey; davranışlar, durumlar, anlam, değer ve kurallar, sözcükler… ucu açık, dağıtıcı termodinamik unsurlar olarak vardır. “Sayısız yüzü olan sayısız zarın” birbirleriyle çarpışmaları sonucunda beliren örüntüler, yapılanma ve oluşumlar mantıksız ya da ayakları yeryüzüne basmıyor gibi görünebilir, ama hayaller gerçeklerden daha zengindir. Bir kaçış çizgisi yapmaktan söz ediyorum; burada kalmamaktan… Zaten burada kalmamaya çağrılıyız hepimiz. Aha işte kalbimizde bekliyor uzay gemilerimiz.
Fusus'ül Hikem okudum hiç yoktan gökyüzünde hiç yoktan kuşlar uçuyor hiç yoktan bir taşın başında…
Gelir her şey kendi biçimi kendi özüyle dünya kendine benzer.
sarksak eşyanın hiç taraflarına şiir üzerine şiir düzenlesek