Son günlerde, hayır efendim, son aylarda ne kadar sık yineliyorum bu dize-sözü bir bilseniz. Elleri dert görmesin o ozan dostumun! Elleri dert görmesin de bu değerde yeni dize-sözlerini de okuyalım! Sen Marmara’nın bir adasındasın, o Ege’nin bir kıyı kasabasında, nasıl duyar bu dileklerini, derseniz, ben de dünyanın ta öbür ucunda(n) bile dostlar birbirini duyar derim. Oldu mu?
Bizim Karamel (bir Rus finosu), on günden beri yanımda. Evi ne kadar sevse de sokakların yeri ayrı. Canı ne zaman isterse yüzüme öyle bir hevesle bakıyor, oralı değilsem öyle bir “hev hev” tutturuyor ki sokaklarda dar alıyoruz soluğu. Yalnız kim kimi gezdiriyor, orası belirsiz…
Neden böyle dedim? Hangi sokağı isterse dalıyor. Aman iri bir hemcinsi ya da azgın, gözü kara bir kedi, evet kedi saldırır maldırır korkusuyla ben de hemen o sokağa dalıyorum. Bakıyorum ki bir tehlike yok, ortalık alabildiğine sakin, Karamel ufacık adımlarıyla bir burayı kokluyor, bir orayı. Eh, arada izini de bırakıyor elbet.
Döne döne neleri kokluyor bilmem. Kokluyor da ne oluyor, onu da bilmem. Haydi, yeter bu kadarı, gidelim artık desem, belki de gücenecek. O zaman ısrarla yüzüme bakar, yerinden bir adım olsun kımıldamaz. Kafa tutar kısacası. Keyfine uyuyorum ister istemez. O koklar dururken ben de sağı solu, evleri seyrediyorum. Oldum bittim severim seyrin böylesini. Yeter ki eski sokaklar, eski evler olsun bana. Adada da bu gibi sokaklardan, evlerden eh epeyce var.
Buraların pek yabancısı sayılmam aslında, ama uzun uzun, alıcı gözlerle seyrettin mi derseniz, yok, o kadarı yeni kısmet oluyor. Peki, iyi mi oluyor, kötü mü, orasında kararsızım. Evlerin arasında bir ev görüyorum, bu ev değil, tam tamına bir sanat yapıtı dememe kalmadan ıssız, hem de nicedir ıssız, kısacası bilmem ne kadar yıl önceleri kendi haline terk edilen bir ev olduğunu anlıyorum. Camları kırık bir pencerenin kirli, herhalde bir yerlerden sızan yağmur sularıyla dantelalı eteğine kadar sarı sarı leke kesilen perdesi küf, nem, daha kötüsü ölüm kokulu bir havayla kıpır kıpır… Sokak kapısının o artık has bir ustasını mumla arasanız zor bulunur vitrayları bile toz topraktan bulanık; yer yer kırık… Diyelim ki zamanlardan bir zaman birileri, sere serpe oturalım, ömrümüzün en güzel hazlarına erelim diyerek bu evleri yaptırdılar. Tam da öngördükleri gibi oldu hepsi. Sonra, nice bir zaman sonra da birer birer öldü-ler; belki öyle olmadı da yerlerinden kalkamaz hallere geldiler artık. Ya kızları oğulları tembellikten mi, dert saymaktan mı, hor görmekten mi, neden sildiler gönüllerinden bu güzelim evleri? Yoksa büyük kentin bin bir türlü “lüksü” (!) arasında unuttular mı?
Yakın yıllarda yapıldığını ya da yenilendiğini sandığım bazı evlerse tam tersine… Bir beğenisizlik, bir sevimsizlik ki ancak o kadar olur. Nedir sur gibi duvarların, kalın kalın demir kapıların ardındaki o iri yarılık, nedir o kat kat üstünelik? Nedir alınlarındaki o herhalde parıltılı metalden birtakım yuvarlaklar? Güya aydınlık pencereleri mi?
Ya o kaba saba palmiyeler? Bu iklimin onca güzel, onca seyretmelere doyum olmaz ağacı dururken kimler aldı getirdi bunları adalara? Getirdi de ne buldu? Sonra o plastikten masalar, sandalyeler, oyuncaklar, kuzular, kazlar, ördekler falan filan nedir? Birazcık olsun anlamaz mı insan, adalar bir yana, hayata ne kadar aykırı olduğunu bu ıvır zıvırların?
Evet, bir de o türlüsü var: Evlerin, dükkânların önündeki kaldırımlar, daha ötesi sokak bile bir boydan öbür boya kadar birilerinin. Mutlaka engin bir doğa sevgisiyle (!) iri iri saksılardan bir sıra dizmek, abuk sabuk bir kameriye uydurmak yeterli. Asfalt yolun dört yerinden kazıldığını, oralara dikilen birtakım gür dallı bitkilerin, hanımelilerin, yasemenlerin üst katlara bağlandığını ve bu yolla hepimize ait kaldırımlardan güya (dürüst olayım; kimisi aslında gayet güzel!) birer kameriye elde edildiğini de gördüm desem, inanır mısınız? Fakat bunlar “kapatılan” birtakım yerlerin yanında nedir ki? Biraz iyimserlik gösterirsek, ne yapsınlar, evleri ya da dükkânları dardır, havasızdır, soluk alacak bir yer gereksinimi alt tarafı diye bazı hafifletici nedenler bile bulabiliriz.
Ekmeğini kazanmak uğruna bir yerlere sığınmayı, oralarda bütün bir gün alın teriyle didinmeyi sanıyorum hepimiz anlarız. Gönlümüzün gücünce de kollarız o insanları, belleri bir an önce doğrulsun, en azından iyi kötü birtakım güvenceleri olsun isteriz; sevgimiz saygımız da cabası. Onlara ne sözüm olabilir? Asıl tepkim, ötekilere, kaldırımları da bir yana bırakalım, doğrudan doğruya sokakları üstelik plastik masa ve sandalyelerle, kiralık bisikletlerle babalarının tapulu malı gibi kapatanlara… Yanı sıra insaf nedir bilmeyenlere… Özellikle de günübirlik gezgin kaynayan tatil günlerinde… Bire, bilemediniz ikiye elde edilen, sekize ona o satılır mı? Satılırsa da buna yok efendim alın teri, yok efendim ekmek parası denebilir mi?
II
Hemen hepimizin birtakım tuhaflıkları vardır ya, benim de vardır. Sözgelimi zaman zaman kendimi bir onarıcı gibi (de) duyumsarım. Olabilir, ne haddime olabilir. Yine de bir iki satır söz edeyim. Nasıl olsa kimseye bir zararı dokunmaz o kadarının. Daha fazlasının da dokunmaz ya, bilmem neden(se) bir iki satır dedim.
Karamel, nazına oynayacağımı bilmenin rahatlığıyla gezisini sürdürsün bakalım bu sırada. Ben de bir gözüm onda, hayalleyeyim:
Bütün bu gördüklerim yalan… Neden mi yalan? Hepsi eskiden olduğu gibi de ondan…
O sokak kapısı vitraylı olan evde uzun yıllardır bir müzisyen oturuyor.
Gün olur balkonundan, pencerelerinden önce birtakım akort sesleri duyarım. Ardından da hafif boğuk bir ses… Genizden gibi… Keyifli olduğu kadar sitemli de… Sonu gelmez ki bu adamın tutkunluğunun. Sanıyorum memnundur da bu durumundan. Bana sorarsanız, tam bir “hercai gönüllü” demek haksızlık… o halde yarı “hercai gönüllü” sayalım. Yoksa sevmeli mi bu huyunu? Her yeni tutkunluğu, yeni besteleri demek ya! Sözlerinden anladığıma göre, endamlı… esmer… ela gözlü… ama ne yazık ki yine ilgisiz bir güzele tutkun!
Kimdir acaba o güzel, bizim adadan olabilir mi diye bazı varsayımlar yürütebilirim. Yok, en iyisi orada durmak! Özel hayata girmez mi bu türlü konular? Yanı sıra, haydi anladım diyeyim, benim neyime gerek? Güzel, onun güzeli!
Müzisyenin evinin sağ yanındaki, her görenin hayran kaldığı mavi boyalı evse marangozundur. Öyle sıradan bir marangozun değil, ustaların ustası bir marangozun. Tamam, öbür adaları hesaba katmayayım; ama bu adada alın terinin sinmediği bir ev arasanız belki bulursunuz, belki bulamazsınız! Bir kusuru, sözünü pek tutmaz, büyük olasılıkla ister ama tutamaz. Ha bugün ha yarın… Bitivermez mi bir hafta daha… Eh, biraz pahalıcıdır da…
Onun yanındaki, hani basamakları kıvrım kıvrım olan ev… Bir sürü tembel sokak kedisi uzanıyor ya avlusunda… Birisi de pencerenin önünde… Tekir… Orası da anasının gözü Rum bakkalın evi. Bütün kazıklarını tatlı bir dille attığından, öyle ha deyince kızamazsınız da…
Sözün kısası, bütün bu evler var oldukları yıllardan beri sakinleriyle, ona göre de süreğen canlılıklarıyla eskiden olduğu gibidir!
Issız eski evleri, bir gözüm ömür törpüsü Karamel’de, birer an da olsa, iyi dönemlerindeki gibi hayalledim diyeyim. Ya bu yakın yılların her yanından bir beğenisizlik, bir sevimsizlik… akan evlerini ne yapmalı? Haydi onlar da yalan olsun bitsin! Yosunlu yosunlu kırmızı kiremitlerin altındaki güzelim ada evlerinden sayayım onları da! Ya o surlar gibi kalın kalın görünenler mi? Duvarları mı diyorsunuz; ne ilgisi var efendim, lütfen biraz daha yakından bakın; taflan öbekleri onlar! Ardındakiler de, ah yine yanıltıyor sizi gözleriniz, plastikten olur mu; herhalde ceviz ağacından sade bir masa ve sandalyeleri! O ıvır zıvırlar mı? Hani, nerede?
Ya o kaba saba palmiyeler? Onlarda mı yalan? Fakat canlı olanlara, tıpkı biz insanlar, hayvanlar gibi soluk alanlara ne yapılabilir ki? Göz(lerimi) yummak? Bir bakıma yok saymak? Hayır, gönlüm elvermiyor. Zaten, adada kendi kendilerine bitmedikleri halde bir sürü kötü söz ettim. Neyse, bu kadarla kalsın, her yeri sarmasınlar da… biz asıl bundan sonrasına bakalım: Yakıcı yaz günlerine bir serinlik aramaksa derdimiz, diyelim koyuca gölgeleriyle salkımsöğütler olamaz mı? İnanın bir zamanlar gölgelerinde saatlerce oynadığımdan, diplerinden akan derecikte dallarını, yapraklarını, masmavi, tek bulut olsun gezinmeyen yaz göğünü saflıkla izlediğimden, kâğıttan gemiler yüzdürdüğümden falan öne sürmüyorum!
Biliyorum, en zoru bundan sonrası… Önüne gelenin babasının tapulu malı gibi koca koca saksılar sıraladığı, kameriyeler düzenlediği, masa ve sandalyelerle kapattığı kaldırımları, sokakları arındırmaya benim hayal gücüm falan sökmez. Ne olacak peki? Hepsi olduğu gibi kalacak mı? Ne yazık ki öyle görünüyor. Mal mülk hırsı bu, para pul hırsı… Yanı sıra insafsızlığın hazzı… En kötüsü ne biliyor musunuz? Bütün bunlara kimselerin ses etmemesi, belki de edememesi… Olabilir, bizim bilemeyeceğimiz birtakım hesaplar da olabilir.
Bu nedenle daha söze girerken, Ege’nin bir kıyı kasabasındaki ozan dostumu, onun “Yetinmek sevindirir” dize-sözünü andım ya! Duyan biri(leri) olur mu aralarından bu güzelim sözü? Sanmam. İnanın sanmam ama umutsuz da olmuyor ki…
* Sina Akyol’dan
https://radyo.trt.net.tr/kanallar/radyo-3
Sartsız, biçimsiz ve zamansız varlığımla. Özümle.
"Ölm mülkümden eksik olsun nesnen" diye haykırsak da her an'a sızmıştır namussuz ve hayatın harika…
O sancak bu sancaktır o şartsız, biçimsiz, zamansız özü(mü) gürleştiriyorum.