Celali saçlarınla savrul
tepele geç kanlı tarihi
hayalin omuzlamakta kâinatı, gel
gel ki Yunus gelsin, Mevlana gelsin, Nazım gelsin.
Taraçalarında nadide ay ışıkları büyüten annem
alnında hangi dille aktığını çözemediğim su
ama onca isyanın içinde hemen tanırım seni, gel
boylu boyunca tarihe uzanmış Bedrettin gelsin
zaman ve mekandan tövbe uzak Behçet abi
Sivas’ta hala çuha çiçeği olarak dolaşan gelsin
Aysan, Aysan
bir büyü gibi sardı ruhumu süvarilerin, gel
Uğur Kaynar gelsin!
Yukarıdaki dizeler Mühür dergisinde (Temmuz-Ağustos 2007, sayı 15) yayımlanan Gel adlı şiirimden… Yo, hayır şiirden miirden söz etmeyeceğim. 80’lerin sonu, 90’ların başı Ankara’sından, Ankara’nın sokaklarında tanıdığım Uğur Kaynar’dan, Adakale Sokak’taki Sanat Kurumu’ndan, orada tanıştığımız Behçet ağabeyden (Aysan), Sivas Katliamı‘ndan, Gümüş Tapınak‘tan, Engin Geçtan‘dan, Gülseren Günçe ve Ergin Günçe‘den söz edeceğim.
Tarihte benzerlerini biliyoruz, 31 Mart’ı, Kubilay’ı, ama Sivas Katliamı, gemi azıya almış süreksiz aklın sürek avı’dır. Vahşi, barbar, zorba… Karşı devrim sürecinde nerelere geldiğimizi, yobazlığın nelere kadir olabileceğini yaşayarak öğrendik: Vahşetle yobazlığı, yobazlıkla cehaleti, cehaletle kibri ayırt edemediğimiz zamanları yaşıyoruz. Darwin, “ters evrim” diyordu. Beterin beteri anlamında, atı alıp cumhuriyeti yıkmaya girişmişlerdir.
90’ların başında Prospero Yayınları‘nda çalışıyordum (Ah, canım ağabeyim İsmail Gençtürk, yolun açık olsun, http://yasamoykusu.com/biyografi-1309-Ismail_Gencturk). Aynı zamanda da Ankara Sanat Kurumu’nun bültenini hazırlıyor ve kurum etkinliklerinin organizasyonuna yardım ediyordum. Yakın zamanda kaybettiğimiz ressam, öykücü, şair canım ağabeyim İsmail Gümüş (https://www.biyografya.com/biyografi/10041) kurumun başkanıydı. Hemen hemen her gün Emek 2. Cadde’deki atölyesindeyim. Ressamların, yazarların, şairlerin buluşma yeriydi atölye. Gümüşten, şiirden, gelecek güzel günlerden bir tapınak… Hani, “Yükseltin tavan kirişlerini ustalar” diyor ya Salinger, Gümüş Tapınak‘ta da varoluşun kirişleri, kolonları yükseltiliyordu. Dünyanın yapım ve tamir işine emek verenlere selam, saygı ve mis kokulu çiçekler.
O sıralar neredeyse tam zamanlı serseriydim, varoluş huzursuzu, bahar zırzobu, gam seli, umum müdür akvaryum balığı, ağlarken balina… İngiliz Dili ve Edebiyatı okuduğum fakülteyi bitirmemek için bin şairden, düşünürden bin su getiriyordum. Anksiyete , obsesyonlar ve borderline gibi sıkıntılarım vardı. Tam da o günlerde önce Engin Geçtan‘la ve hemen sonrasında da onun yönlendirmesiyle Gülseren Günçe‘yle tanıştım.
Varoluş ve Psikiyatri, nelere kadirdir bilemezsiniz, eşik cinlerimden biridir, https://www.ensonhaber.com/biyografi/yazar/engin-gectan-kimdir, saygımla.
Gülseren Günçe, http://pdr.education.ankara.edu.tr/gulseren-gunce/, psikiyatrist ve Ergin Günçe’nin eşi, sevgili Dadal Günçe’nin annesi. Aynı zamanda da bir eşik cini olduğundan eminim. Yakalanıp dönüp durduğum girdabın farkına varıp esaslı ve zorlu bir ‘oluş hamlesi’ ile akışa, yani varoluşa döndüm sayesinde.
Yaşlı Büyücünün Memeleri (Yaşlı Büyücünün Memeleri, Prospero Yayınları, Ankara, 1994), tam da o günlerin toplamıdır. İsmail ağabeyi (Gençtürk) bir kere daha anayım, “hadi ilk kitabını çıkaralım” dediği gün ta buralara kadar büküldüm.
Nesnel/fiziksel gerçekliğe, yani varoluşa, akışa aykırı ve düşman anlam, değer ve kuralların yaşlı bir büyücünün memeleri gibi ne süt ne de zevk vermediğini, yeni bir meme bulmak gerektiğini düşünüyordum. Hâlâ da öyle. Tabii, daha önceleri şiirime giren T. S. Eliot‘un “yaratmanın ve cana kıymanın zamanı gelecek, henüz zamanımız gelmedi”, diye itelediği durmayarak durmaya, yani burada kalmayarak burada kalmaya alamet bir açıklıkta cana kıymaktan daha yaratıcı, yaratmaktan daha cana kıyıcı bir şey var mı, yok, gidiyorum diye kaçış çizgisi alıştırmaları yapıyordum epeydir.
Ergin Günçe, 16 Ocak 1983’de Ankara’daki uçak kazasında aramızdan ayrıldı. Gülseren Günçe‘yi tanımamdan çok önce. Sonra bir gün Ergin Günçe‘nin Türkiye Kadar Bir Çiçek adlı kitabıyla Gülseren Günçe‘nin yanına gittim imzalatmak için: “Bu kitap gerçekten duygulu ve iyi iki insan arasında bir haberleşmedir bence. 6. 3. 1991”… Tarihe bakar mısınız, şimdi fark ettim, doğum günümde kendime böyle harika bir armağan vermişim.
Behçet ağabeyle (Aysan) Ankara Sanat Kurumu‘nda tanıştım. Gümüş’ün Sanat Kurumu’ndaki odasındaki konuşmalarımızı hatırlıyorum. Dem aldığımı, büyü aldığımı, sancak aldığımı söylemeliyim. Saygılarımı yazıyorum.
2 Temmuz 1993’ten birkaç gün önce Gümüş’ün ısrarıyla, “bir de Behçet ağabeyinle konuş bakalım, ne diyecek”, diye muayenehanesine gittik. Cumhuriyet Gazetesi’nin olduğu binadaki. Kısa da olsa bir süre konuştuğumuzu, Gülseren Günçe‘den, sıkıntılarımdan söz ettiğimi hatırlıyorum. Başka bir meslektaşının işine karışmayacak kadar zarif ve erdemli birisi olduğu için fazla uzatmadı ama yanından ayrılırken bizi birkaç gün sonraki Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından düzenlenecek olan Pir Sultan Abdal Şenlikleri için Sivas‘a davet etti. O gün Gümüş’ün şekeri yükseldiği için gidemediğimizi hatırlıyorum. Hayatın bir bildiği vardır, ben ne bilirim!
Şiirin hiç taraflarına, kuytularına, ücralarına, enginlerine akın üzerine akın düzenlediğimiz günler… Gülsaçan bir adam, Festival İsmail abi, Bay Pan Flüt ve Nehirde Bahar’la birlikte… Aha işte gönlü şiir, gönlü aşk, gönlü türkü dolu Uğur Kaynar‘la sık sık karşılaşıyorduk savrulup sürüklenmelerimizde. Şiir kuşanıp şiir sallıyorduk sokaklarda, meydanlarda, meyhanelerde… Yerinde duramayan şiir, hayatın başına oturmuş hiçinden, dışından, uçlarından, tam ortasından, yanlarından, diplerinden birlikte atıştırmışlığımız çok olmuştur. Kendini anbean daha büyük ve kapsamlı şey, nesne, beden hayata, şiire, isyana açan kutlu bir halk tayfasındandır Uğur Kaynar. Abi, yolun açık olsun.
Dünya daha önce de vardı, ama ben onu yeniden doğurmak için dünyaya geldim. İşbirliği yok…
Varoluş bahçesindeyiz.
https://radyo.trt.net.tr/kanallar/radyo-3