http://www.aksisanat.com/2020/05/31/hulyali-kirlangic-usaklari-sokagi/
Buyurun bir de buradan göğe bakalım
flamingoların, yavaş yavaş ama birlikte havalandığı yerden
hepimiz birden mutlu olabiliriz.
–Üvercinka’da (67. sayısı, Mayıs 2020) yayımlanmıştır.
Mutlubaharlarevi, İzmir, Mayıs 2020
-Son anda, ölürken, bana şartsız, biçimsiz ve zamansız bakışını gördüm
ve aklımı kaçırdım, varoluş güzeli Asmin için-
Buyurun bir de buradan göğe bakalım
flamingoların, yavaş yavaş ama birlikte havalandığı yerden
hepimiz birden mutlu olabiliriz.
Asmin, bir süre birlikte yaşadığımız bir köpek. ‘Köpek’ diyorum ama kibirli, buyurgan, zorba ve cahil bir şey bu. Kendini, dünyayı bilmezlik… Eşik cini (Birçok eşik cinim var benim. Eşik cinleri, ‘olasılıkçı sıçrama noktaları’nda, o yalnız ve devrimci anlarda, insanın kulağına şiir şeyler, gelecek şeyler, cesur şeyler fısıldarlar) olduğundan emin olduğum Rilke, I’m so afraid of peoples’s words. / They say everything so clearly: / And this is called dog, and that is called house, / And here is the beginning and the end is there, diye sitem eder. Ah, adamım benim, fırlatma rampam, kaçış çizgim nereden buldun bunları, kim fısıldadı sana, aldım kalp hizama koydum, akıl hizama, kaçış çizgisi hizama: İnsanların sözleri beni çok korkutuyor / Her şey o kadar açık ve net ki onlar için: / Örneğin bu köpek, şu ev diyorlar, /İşte burası başlangıç, şurası da son.
Dil, iletişimden daha çok kendi kendimize ‘insanbiçimsel’ gerçekliğimizi dayatmak, bu şudur, şu budur diye buyurmaktır. Monologdan söz ediyorum. İçeriden ve dışarıdan enerji akışlarının olmadığı kapalı bir kaptan. Bir gerçekliğin, sanki dışarlıklı bir efendi, bir otorite gibi hem kendi kendine hem de diğer gerçekliklere zulmü, zorbalığı değildir de nedir bu! Oysa bütün gerçekliklerle birlikte aynı dünyanın mahsulü ve tohumlarıyız aynı evrenin mahsulü ve tohumu. Yegâne ortak paydamız bu. Bunun dışındaki her şeyin (ideolojilerin, dinlerin, mitlerin) bölüp ayırdığını söylüyorum.
Gérard de Nerval, yatırıldığı hastaneden Alexandre Dumas’ın karısına yazdığı mektupların birinde “Hastayım dedirtinceye kadar insan içine salmadılar beni, gururumla oynadılar, yalan söylettiler. Bir zamanlar büyücüler ve münkirlere yapıldığı gibi, kabul et, kabul et diye haykırıyorlardı başımda. Doktorlar teslim aldı beni sonunda, tıp sözlüğünde sözü geçen Théomanie ya da Démonomanie gibi hastalıklar yüklediler üstüme”, diye onları şikâyet eder. Doktoru Blanche tarafından ruhunun çalındığını düşünür çünkü.
Hele hele, Jules Janin, bilen, hatırlayan var mı, iyice çıldırtmış olmalı Nerval’i, Gerard’ın Ruhuna Yazıt diye bir makale yazarak hayattayken diri diri gömer. Bütün bunlardan dolayı mıdır, bilmiyorum ama Nerval’in, Paris sokaklarında bir ıstakozu tasmayla dolaştırdığı söylenir. Nerval, bana göre, kendini harıl harıl kaynayan kazana / dünyaya diri diri atılmış bir ıstakoz gibi hissediyordu. O ıstakozun çığlıklarıdır şiirleri.
Ölümün Sütü adlı makalesinde, Sarkis’in, 2005 yılında Villejuif’teki atölyesinde çektiği 3 dakika 26 saniye süren video film, au commencement, l’apparition[1] (başlangıçta beliriş)’dan söz eden Georges Dıdı-Huberman, “Önce sadece bir küvetin dibini görüyoruz”, der: “Görüntü yok henüz: bekleyiş”.
“Haznenin dibine hafif eğik, kalın, kocaman, kırmızı bir K çizilmiş -kalın fırçayla, lak pigmentle.” Sonra, “sağdan, ekranın üst köşesinden süt dökülmeye başlar ve ince ince, durmadan akar”. Aktıkça “… bir derinlik yaratıyor. Bu derinlikte dibinde süte gömülüp yitmiş kırmızı harfi bir kez daha ortaya çıkaran küçük bir girdap” oluşuyor.” Ve “Birkaç kabarcık beliriyor, sonrasında beyazlığın içinde kayboluyorlar. Her şey sakinleşiyor.” O kabarcıklara ne kadar benziyor bütün hayatlar, öyle değil mi!
Vitae nomen quidem est vita, opus autem mors.[2] Hayat, hayat ismiyle anılır, ama gerçekte ölümdür. Ya da işlevi ölüm olan bir süreçtir. Aha işte, dağlar aşınıyor. Öyledir, katı, sert, hareketsiz gibi görünen şeyler de akıştır. Akış, bu görece daha düzenli ve dengede öbekleşmelerin, imparatorlukların, inanç ya da dogmaların, düşünce sistemlerinin etrafından dolaşır, ama için için, dışın dışın, alttan alta, üstten üste bunları oyar, parçalar, ufalar. Aslına, akışa döndürülmek aha işte budur.
Akıştan başka bir varlığım, varlığımdan başka bir akış yok.
Sağlam kazık diye bağlandığımız anlam, değer ve kuralların, ideallerin, hayallerin, inançların, mitlerin kendi kendimize attığımız sağlam kazıklar olduğunu mu söylüyorum, evet. Dahası, yapılıp edildiğimiz gerçekliği, neyse o, sefaleti, zulmü, adaletsizliği, zorbalığı, buyurganlığı, kibri, cehaleti uyurgezer bir şekilde, körlemesine yapıp eden biziz. Yani yargıladığımız, kıyaslamalar yaptığımız, kendimize yontup kendimize göre düzenlemeye, bahaneler üretip haklı çıkmaya çalıştığımız gerçekliğe dahiliz. Sen adil olasın ki adalet kanlanıp canlansın, dolaşmaya başlasın aramızda.
Dünyayı gözlemliyorum. Bir gözlemci olarak gözlemlediğim dünyayı (başka bir gerçeklik) gözlemleyen bir gerçekliğim var. Oysa ayrılmaz bir bütündür gözlemci ile gözlemlediği şey. Örneğin, dünyadan ayrı, farklı bir varlığım, varlığımdan ayrı, farklı bir dünya yok. Dünya hakkında bir dünyayım. Dünya hakkında birer dünya olan şeyler, nesneler, bedenlerle birlikte. Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi, işte, bu tek parça bütüne, tek parça çoğulluğa ne kadar dahil olduğumu ölçen bir ilke. Hepimiz, diriyken de ölüyken de dünyaya gömülüyüz. Dünyaya katıldım bir kere. Dünya bana katıldı.
“Birdenbire, ince bir gölge, ardından da bir insan parmağı beliriyor. Demek ki sanatçı oradaydı, işin içinde. İşte bedeni. Parmak, usulca kararlı olduğu kadar hassas bir istençle, sütün “üstüne” değil de daha çok sütün “içine” konuyor.” Bir içkinlik kuvveti? Kendi kendine, kendini var edip var ettikçe kendi kendine var olan (self-organization) bir şey, bir nesne, bir beden… Asla dışarıda değildir sanatçı. Daha doğrusu dışarı ya da dışarısı yoktur zaten. Bu işte bir şairanelik, bu şairanelikte bir iş yok mu, var!
Hayatın topuzunu yiyince insan dünyaya gelmemiş olmayı nasıl da istiyor: Optima sors homini natum non esse, nec unquam / Adispexisse diem, flammiferumque jubar ./ Altera jam genitum demitti protinus Orco, / Et pressum mutla mergere, corpus humo[3]: İnsan için hiç doğmamış olmak, güneşin kavurucu ışığını hiç görmemiş olmak en iyisi olurdu, ama eğer doğmuşsa olabildiğince çabuk Hades’in kapılarına koşturmalı ve orada yerin altında huzur bulmalı.
Molloy’[4]un dediği gibi bütün diye bir şey yok, ya da ancak her şey sona erdikten sonra var. Belki de bütün diye bir şey var, ya da ancak her şey başlamadan önce yok.
Mühendis, makine, mekanik… Bu üç sözcüğün benzer anlamlarının olduğunu söyleyen Prigogine[5] ve Stengers’e bir selam çakıp biraz eşelenelim burada: “Bu sözcükler bir rasyonel bilgiyi değil, bir tür kurnazlığı ve çıkarcılığı ima ederler. Doğal süreçleri öğrenmekteki amaç, onları daha verimli kullanmak değil, doğayı aldatmak, onu kendine karşı mekanize etmekti, yani eşyaya “doğal düzenin”in dışında birtakım işler yaptırmak ve ürünler verdirmektir.” Buradayım.
Aha işte Johnny Rotten (Sex Pistols’un solisti), “No future, no future”, Gelecek yok, gelecek yok diye çığlık atıyor. Çığlık deyince aklıma hemen Edward Munch ve Çığlık adlı resmi nasıl yaptığını anlatan şiiri geliyor: Bir akşam / Kristiania yakınlarında / tepelik bir patikada yürüyordum – / iki dostumla birlikte. Hayatın ruhumu / yarıp içine aktığı bir vakitti. / Güneş batmaktaydı – ufukta / alevlere gömülmüştü. / Cehennemin yüzeyini kesip geçen / kanlı bir ateş kılıcı gibiydi. / Gökyüzü sanki kana bulanmıştı / – alev dilimleriyle kat kat kesilmişti – tepeler laciverde bürünmüş / fiyort – soğuk mavi, sarı ve kırmızı renklerle / lime lime olmuştu / Patikada ve ahşap çitin üzerinde – patlayan / kan kırmızısı / – dostlarım gözlerimi kamaştıran sarı – beyaz / lekelere dönüştüler – / – çok şiddetli bir çığlık / hissettim – ve duydum, / evet, çok şiddetli / bir çığlık doğanın çizgilerini – doğadaki renkleri – kırıverdi / – çizgiler ve renkler devinim içinde titreştiler – / – hayatın bu dalgalanmaları yalnızca gözlerimi değil / kulaklarımı da dalgalandırdı – / demem o ki, gerçek bir çığlık duydum – / sonrasında da Çığlık resmini yaptım.
Ortalığa dökülüyor sonra kaybolup gidiyoruz. “Yaşama Uğraşı”mız, “Tabutta Röveşata” değil de ne! Derviş Zaim, mavi ışık göndermiş. Aldım kalbimin üzerine iliştirdim.
Aldı eşik cinlerimden Henry Miller, kunt bir sesle ünledi: “Beni dünyadan ayıran büyük camdan yapılmış pencerenin yok olduğunu görmek istiyorum, tekrar balık olabilmek.[6]”
Aldı Schopenhauer: Hayat, maliyetini karşılamayan bir iş. Hele hele varoluştan kaçarken yakalandığın bir girdapta / ağda / tuzakta (bir düşüncede, bir inançta, bir hayalde, bir hikâyede) dönüp, çırpınıp, debelenip duruyorsan.
Şartlar, biçimler, zaman değişir: “Yahu bu da geçer”. Geriye daima boş sahne, beyaz perde, şartsız bilinç kalır.
[1] https://vimeo.com/70322987 Sarkis, Au commencent, l’apparition, 2005.
[2] Herakleitos.
[3] Theognis.
[4] Samuel Beckett üçleme kitaplarından ilki. İkincisi, Malone Ölüyor, üçüncüsü ise Adlandırılamayan’dır.
[5] Kaostan Düzene / İnsanın tabiatla yeni diyaloğu, Ilya Prigogine / Isabelle Stengers, İz Yayıncılık, İstanbul, 1998.
[6] Sexus.
https://radyo.trt.net.tr/kanallar/radyo-3
Sartsız, biçimsiz ve zamansız varlığımla. Özümle.