İşte bu sahnede ulu bir er’in rüyası, açmazları, açarları, yeryüzü yapımı aşkları, hüzünleri, hayalleri. Buyurun: “Uçlarım çıplak, uçlarım kaçak, uçlarım deli/bir ot oluştum, yorum yok/ellerinizden öptüm, yorum yok/iyi günler Ruhi Bey, nasılsınız/ben kaçtım/bir kertenkele gibi tım tım/ovaladım sihirli lambasını Uluer'in/cini oldum, ini/verdim ülkeme/ölümüm cebimde/ölümüm bedava/hediyem”, buyurun.
Yeryüzü Yeniği
Şiir, amaç olmaktan daha çok araç benim için. Kendimi gerçekleştirirken, aslında sele kapılmış giderken, kapılmış gidiyorum işte varoluşumun bahtına, sözcüklere kendi bireysel akışımı kaydediyorum. Böylece somutlaşıp ele avuca geliyorum. Şiir kendimi gerçekleştirirken bana bir mevzi kazıyor.
“Ölüm adın kalleş olsun” demişti Enver Gökçe. Buradan hareketle “dünyayı insanca yaşanacak bir hale getirmek için sosyo-politik bir mücadelenin aracı” olanı değil de kapandıkları mağaralardan oraya buraya tıslayan şairler adınız kalleş olsun.
İşin içinde kuarklar var, toz zerreleri, büyücü bir kadından aldığım rüzgar, fırtına ve kasırgalar…
Mutfaktaki kırmızı masanın üzerinde sepete kurulmuş turunçgiller, elmalar, erikler, onlar da işin içinde. Sonra sofraya gelişlerindeki fedakarlık ve kahramanlık, ah, gelip geçmenin büyülü tadı damağımda.
Jim Morisson, Ruhi Su, sonra refikam Hülya’lı Kızıñ gülümsemesi olmasaydı hiçbirşey olmazdı.
Bahçedeki kediler, geçen sene karı koca geliyorlardı, şimdi yavrularıyla gelen kirpiler, sokaklarda rastlayıp uzun sohbetlere giriştiğimiz köpekler, onlardan Mutlubaharlarevi’ne getirdiğimiz Mars, Zeliş, Köri ve Odin, titrek de denilen bir hastalıktan ötürü bedensel özürlü iki yavru kedimiz Aliş ve Miço (çocukken tanrının miçoları sanıyordum yıldızları), limon ağacımız, votkaya eşlik eden limonlar, elbette on sekiz birlikte yaşadığımız canım Ozi, enerjilerini veren çeşit çeşit sebze, meyve hepsi benim yapımında söz sahibidir, sevgilerimi söylüyorum.
‘Aşkın ve devrimin şairi’ Tuğrul Keskin’in, atlıkarınca, daha doğrusu şiirlikarınca yapım ve tamir üstası canım ağabeyim Nihat Behram’ın, üstadım Nazım Hikmet’in, Orion’dan arkadaşım sevgili Ma Rlan Kû’nun bendeki payları güneş kadar, yağmur, ekmek kadar tartışılmazdır, rüzgar esiyorsa bende onlardır, minnetarım.
Doğduğum kasaba Saray’ı (Tekirdağ), en güzel maral Nevşehir’i, gençliğimi emziren Ankara’yı ve elbette kalbimin en güzel şehri İzmir’i nasıl unuturum. Yapıp ettikleri muazzamdır, büyülü ve şiirli.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmasa, işin içine devrimi katan o’dur, “Evvelâ socialiste olmalı, maddeyi anlamalı”*, onu daha çocukken keşfetmemi sağlayan canım annem ve babam Gazi Ahmet Aydoğdu Paşa olmasa olmazdım, bütün övgülerin üzerindedirler, onların göndere çektiği aydınlık Türkiye’e selamla.
İşte bu sahnede ulu bir er’in rüyası, açmazları, açarları, yeryüzü yapımı aşkları, hüzünleri, hayalleri. Buyurun: “Uçlarım çıplak, uçlarım kaçak, uçlarım deli/bir ot oluştum, yorum yok/ellerinizden öptüm, yorum yok/iyi günler Ruhi Bey, nasılsınız/ben kaçtım/bir kertenkele gibi tım tım/ovaladım sihirli lambasını Uluer’in/cini oldum, ini/verdim ülkeme/ölümüm cebimde/ölümüm bedava/hediyem”, buyurun,
şimdi, bu sahnede, ulu bir er’in yerküre denen sihirli lambayı ovalayışı, gece, gündüzün; gündüz, gecenin annesidir, o güzel iki anneye, doğurgan rahme bakın, kendi kendine, kendini var ettikçe var olan, var oldukça kendi kendine, kendini var eden karatavuğa.
İşbu alacalı ve sıracalı metinde anlatılan “bilinmez hakikatin işçisi“ insanı, ah, gelişigüzel bir oyundur, taç yaprakları aç hayatı, şu canım kristal birikintidir, Türkiye’yi görün. İşte bu sahnede Ulu Bir Er’in Kû boyundan geldiği anlatılır, buyurun, “gel gör beni aşkı neyledim“, ah, “bundan daha hüzünlü bir tay yok, işte o taylı hüzünle mahsus şiir eder/ellerinizden, gözlerinizden öper“ kırdığım kalplerden özür dilerim.
*) Mustafa Kemal Atatürk
Fusus'ül Hikem okudum hiç yoktan gökyüzünde hiç yoktan kuşlar uçuyor hiç yoktan bir taşın başında…
Gelir her şey kendi biçimi kendi özüyle dünya kendine benzer.
sarksak eşyanın hiç taraflarına şiir üzerine şiir düzenlesek