Ah, evet kadim bir ayettir / kalbi varsa yolun yürü git!
Bir sistemin, düzenin, gerçekliğin, dünyanın hep aynı kalmasını istemekte kibirli, buyurgan, zorba ve cahil bir politika vardır. İçeriden ve dışarıdan enerji akışlarını denetleyerek sistemin toplam enerji seviyesini hep belli bir seviyede tutmak, böylece sıçramaları engellemek; insanı kusurlu bir canlı olarak ‘toplum(sal) sözleşme”nin hemen başına kaydederek nizam vermek üzere uygarlık diye bir nizamiyeden geçirip evcil / esir düşürmek… Söyleyeyim, “bilim dışında ilerleme mittir”, hayali ve kurgusal şablondur, inşa hattıdır. İlerlemeye (ilkelden modernliğe, uygarlığa doğru) inandırılan insanın böylece yavaş yavaş ve hızlı hızlı kendini koruyacak içgüdülerinin köreltildiğini söylüyorum. Savunma mekanizmasının ortadan kaldırılmasının acımasız bir operasyon olduğunu. Toplu(m)salaklaştırıldığımızı… Bugün olmazsa, yarın, yarın olmazsa yakın bir zamanda, olmadı gelecekte her şey çok güzel olacaktır nasıl olsa. Ancak, kapalı sistemlerde, yani uçlu bucaklı dünyalarda tarihsel sonuçlar hep aynıdır. Ve kapalı sistemler öyle ya da böyle çöker. Denge, ölüm demektir çünkü. Kendini örgütlemekten vazgeçmek demektir aynı zamanda da. Kör ve uyurgezer olmaktan söz ediyorum.
Bir düşüncede, bir duyguda, bir durumda kalmak… Katılıklar, çürümeler, morluklar, eziklikler, suçluluklar oluşturma aygıtları, histeri ve nevroz üretme düzenekleri. Oysa varoluş, kendi kendine kendini yadsıma dinamiğidir; evet, evet bir yıkım süreci (cana kıyma) ve aynı zamanda da yaratım süreci. Şenlik, pervasızlık, isyan, boşalma. Hem yapım hem yıkımdır varoluş / her an kendi şölenini kutlayıp / her an kendi yasını tutan. Kâh ‘determinist kuşakları’ izler, kâh düşlerin gerçeklerden daha zengin olduğu ‘çatallanma eşikleri’ne varıp “ölümcül sıçramalar” yapar, kâh çizgisel olmayan kritik eşiklerde (çatallanmalar) faz değiştirip göçebeyken yerleşik, katı haldeyken buhar olup uçar gider. Heyhat, imhayı bekliyorum ben. Timsahlarla zebralar da bir ırmağı bütünler zaten. Durmayarak, durur yani. Burada kalmayarak burada kalır.
Şiir, her şeyden önce kaçmaktan kendini alamayan devinimdir. Hep başka bir yerlidir bu yüzden şair, yaylanıp yaylanıp oklanan, oklanıp oklanıp yaylanan, yani gerilip büzülen ve o gerginliğe yerleşip kendini ileriye fırlatan ok-yay canlısı, belki de tırtılın tekidir, varoluş erbabı, her açılan kapının kendini bir yere kapattığını bilen Zerdüşt, şimdi-burada mevcut, var, yani hazır (hazırı isterseniz hızır olarak da okuyabilirsiniz, öyle ya “mevcudiyetten sürgünseniz”[1], yoksanız ne yapabilirsiniz) olan bir keşiş, pırrr… Pek mahir, pek hicazkâr bir kuştur cesaret. Ha, bi gayret!
Kaçış nedir? Olmak yerine oluş. Kimlik yerine ‘nelik’. Doğrunun, gerçeğin ne olduğu yerine neyin doğru, neyin gerçek olduğu… Kaçak oluşlar, nehir oluşlar, ot oluşlar, şiir oluşlar, kertenkele oluşlar, kartal, karınca oluşlar… Hepsi toz oluş’tur. Egemenliklerin, iktidarların arasından sıvışıvermek. Tonaliteden uzaklaşmak. Rüzgâr ya da dalgalanma ya da sürüklenme biçimleri. Varoluş, oluşlarla tanımlanan bir şey değil midir, en azından böylesi daha az hilelidir. Zarlar yuvarlanıyor çünkü, zarlar gelmedi. Şaire dayanıklılık veren “dönüşüm itkisi” ‘yeniyi’ kapıp çalmanın ilk ayetidir. Oluşmaktan başka bir varlığının olmadığına iman etmiş biridir şair. Böylece, duvarların, kayalıkların içinden geçmeye yetenekli olunur. Durumlar yaratarak ilerlenir. İcabında mancınık, icabında kuş, icabında hışırtı… Verili anlam, değer ve kuralların çoktan birer soruya dönüşmesinden söz ediyorum.
Deleuze ve Parnet “Sonuç, yazmanın sonucu?” nedir diye sorarlar. Esas olarak yalnızca “ayırt edilmezlik-oluş vardır.” Sivrilmenin, öne çıkmanın, görünür olmanın ötesinde. Buraya birkaç satır / dize ekleyebilir miyim: Buyurun bir de buradan göğe bakalım / flamingoların, yavaş yavaş ama birlikte havalandığı yerden / hepimiz birlikte mutlu olabiliriz. Devamla, “Oh hayır, bir yazar ‘tanınmış’, bilinen olmayı arzu edemez. Ayırt edilmez, en büyük hızın ve en büyük yavaşlığın ortak karakteri, yüzünü kaybetmek, duvarı delip geçmek veya aşmak, büyük bir sabır ile duvarı törpülemek; yazmanın bunlardan başka bir sonucu yoktur. Fitzgerald’ın gerçek kopuş diye adlandırdığı işte budur”. Başka bir söyleyişle gerçek kopuş “ölümcül sıçrama”dan başka bir şey değildir. Yoldan çıkmak diye de açıklayabiliyorum. Tam da burada durup biraz eşelenecek olursak Fitzgerald’ın “15 yıl önce Great Neck banliyösünün trenlerinde gördüğüm insanların aynısını hissediyorum: kara delik beyaz duvar sistemi olarak adlandırılabilecek bir sosyal sistem vardır. Daima baskın anlatımların beyaz duvarlarına iğnelenmişiz, biz daima öznelselliğimizin beyaz deliğine, her şeyden daha kıymetli benliğimizin kara deliğine saplanıp kalmışız. Bizim kimliğimizi veren ve kendimizi bize tanıtan nesnel belirlenmelerin hepsinin yazıldığı duvar; kendi bilincimizle, duygularımızla, ihtiraslarımızla, çok bilinen o küçük sınırlarımızla ve onları etrafa tanıtmaya çalışan isteklerimizle kendi kendimizi yerleştirdiğimiz delikler. Yüz, bu sistemin bir ürünü olsa da bu sosyal bir üretimdir: gözlerin kara deliği ile beyaz yanaklı geniş bir yüz. Toplumlarımız yüz yaratmak ihtiyacındadırlar”, diye seslendiğini duyarız. İşittik mi? İktidar aygıtı bize bir yüz inşa eder mi demek istiyor Fitzgerald? Kesinlikle. Yüzle beraber bir kişilik, bir karakter inşa edilir. Zihin bir kap gibidir zaten, neyle dolmuşsa, doldurulmuşsa sahneye, perdeye, bilince onu yansıtır. Tam da burada Arthur Clarke’a, “Childhood’s End”, esaslı bir selam çakarsak: Zihindar’ın sahneye, bilince iteleyip kakaladığı sözde Hükümdar’larız biz. Ancak ilave yapalım buraya: zihindar ve hükümdarın ötesinde ise bu ikiliği fark eden şuurdar oturur.
Öyleyse temelde kallavi bir tarih ve kallavi bir coğrafya baskısıyla birlikte anti-doğa kültürel dayatmaların ve anti-bütünsel (total) gelenek ve göreneklerin olduğu bir öbekleşme olan hayali ve kurgusal ben’leri nasıl bozmalı? Yani kapalı devreyi nasıl işlevsiz hale getirebiliriz? “Geriye, ezilmeden, çarpmadan duvarı nasıl geçmeli, dibinde dönüp durmak yerine, kara delikten nasıl çıkmalı, hangi parça kara delikten çıkmaya yarar? Sonunda artık sevmeye yetenekli olmak için aşkımızı bile nasıl kırabiliriz? Nasıl ayırt edilmez olmalı?” “Kertenkele kral” Jim Morrison, The Doors’da duvarların içinden geçer. “İnsanı dünyadan ayıran bu büyük camdan yapılmış pencerenin yok olduğunu görmek istiyorum” diyordu Henry Miller, Sexus’ta: “Tekrar balık olabilmek”. Yerleşik benliğini en azından askıya alabilenler yapabilir bunu. Düz, doğrusal, çizgisel (linear) yoldan çıkanlar ilerleme, gelişme bandından çıkıp satha, ummana yayılır. Bütün yönler eşittir artık. Bütün gerçekler. Asıl sorun açıklanması gereken “kirlenmiş akılken”, bu aklın varoluşu, insanı açıklıyor olmasıdır. İletişimden çok kibirli bir şekilde “bu şudur”, “şu budur”, “ölüm bu”, “hayat da şu” diye kibirli bir şekilde buyurup giderek zorbalaşan dili sorgulamanız gerekirken bu dille kendimizi sorguluyor olmamızdır. İmleyen icat oldu, yukarıda söylemiştik neyin doğru olduğu değil de doğrunun ne olduğu ortalığı kapladı. Ah, evet, “İmleyenlik ve yorumlama dünyadaki iki hastalıktır, despot ve papaz çiftidir.”
Varoluşu bir yerde, bir duyguda, bir düşüncede, bir türde kalmaktan esirgeyen ve bağışlayan durmayarak durmak itkisi olmasa dünya vasat bir yer olurdu. Hatta olmazdı. Muhafaza edeceğin bir şey yok, değişip dönüşmezsen yaşayacağın, yaşadığın ölümdür. Bilmem kaçıncı nesil bedenin bunu biliyor, ancak sorun tam da bu noktada üzerimize sıçrar. Fiziksel durumumuzla zihinsel durumumuz arasındaki çelişkiden bahsediyorum. Fiziksel gerçekliğe uymayan hayali ve kurgusal bir gerçekliğimiz, sistemimiz, dünyamız var. Aslında epeydir bir girdapta dönüp duruyoruz, bir ağda çırpınıp duruyoruz, bir kapanda debelenip duruyoruz. Girdapla akış arasında şiddetli bir gerilim var. Yani girdaptan kurtulmak pek de kolay değil. Ağdaki çırpınışlara da çoğunluk hayat diyor. Düşünsene deryadan çekilip ağa yakalanan balıkların çırpınışını, işte o çırpınışların da bir ömrü var, aha işte senin, benim ömür ya da hayat dediğimiz şey bu. Kırmızı çizgilerimiz, anlam, değer ve kurallarımız, vicdanımız kendimizi kapattığımız hapishanenin demir parmaklarından başka bir şey değil.
Ecinniler’in Krilov’u, “insan ölümden korkmadığı gün özgür olacak”, diyordu. Goethe’nin Faust’undaki Mefisto ise “Hep yadsıyan o ruhum ben! / Çünkü oluşan her şey,/ Yok olmayı hak eder”, diye ünler. Buralardan damıtılacak yeni söylemin, yeni bilginin, yeni anlam, değer ve kuralların, yeni vicdanın insanın kıstırılmışlığı, açmazlığı bağlamına sokulduğunda bir ‘açacak’ olacağını düşünüyorum ben. Çünkü ölüm korkusu bedenin değil bedene iliştirilmiş ben’in korkusudur. Çünkü doğum dışa ölmekse ölüm içe doğmaktır. Hatta en büyük ölüm / başka doğum yok diye de slogan atabiliriz. Kendi canına kıydıkça kendini yaratır evren. Kendi kendine, kendini işleten işletim sistemidir. Burada, solacağı halde açan çiçekler kahramandır, beklerim gelecek güzel günleri, bekleyişim kahramandır. Ancak, bütün bekleme salonları da dinamitlenmeli, belki de bu, daha kahramanca, en kahramanca ve devrimcidir.
Ah, evet kadim bir ayettir / kalbi varsa yolun yürü git!
[1] John Zerzan.
Gelir her şey kendi biçimi kendi özüyle dünya kendine benzer.
sarksak eşyanın hiç taraflarına şiir üzerine şiir düzenlesek
dipteyim/tersinden bakarsanız yukarıda/ağrım hep turfanda/ kalbimi parlatırım sabah akşam halil rıfat’ta/hayat, maliyetini karşılamayan iş.