Bulunduğum yer ben diyeyim bir saniye siz deyin çağlar, çağlar önceki İstanbul denilen kentin kıyılarına en tepeden bakan bir yer, aşağıda boğaz kıyılarında türlü türlü oyunlar oynayan kedi kuşlarını izliyorum. Dallarında enva-i çeşit rüyanın, kabusun mu demeliyim yoksa, yeşermiş olduğu bir imge ağacının yanındayım. Henüz açılmamış bir zarf uçuşuyor gökyüzünde, çılgınca birbirleriyle çarpışıp duran sürüyle yüzü olan bir dolu zar,
gökyüzü çilekleri, yer altı canlıları ve rengarenk kalpleri olan çiçekler. Nereye baksam, gözlerim ve baktığım şeyler birbirinden habersiz iki dünya gibi bir süre birbirini izliyor, ardından birbiriyle çarpışarak bütünleşiyor. Dali görse çıldırır, kesin. Bir çeşit kırmızı elmaya benzeyen güneşler cirit atıyor tepemde, birbirlerini çocuklar gibi kovalıyor,
yakalayanlar yakaladıklarını bir güzel çatır çutur yiyor, sonra şişmanlamış bir halde
oyuna devam ediyorlar. Oyunu kim sevmez ki! Toprağın, dağların, kayaların vığıl vığıl kaynadığını görebiliyorum. Renkler renkleri, kokular kokuları, sesler sesleri, şekiller şekilleri parçalıyor, öğütüyor yeni renklere, koku ve seslere, şekillere dönüşüyor, bir curcunadır gidiyor. Rüya ile kabus karışımı bir oyun sahasındayım. Devler, cinler, cüceler… Burada olmak, asla böyle bir yerde olmayı istememekle birlikte madem şimdi buradayım, ne yapayım, sal gitsin türünde iki ayrı dünyanın çiftleşmesine benziyor. Bir toplu iğne başı kadar yerde neredeyse kasaba
büyüklüğünde tuhaf canlılar. Arka arkaya, soluk almaksızın faz değiştiren
ağaçlar mı, pek tavsiye etmem ama isteğiniz buysa daha idealini bulamazsınız. Aha
işte gravotu denen bir yakıtla çalışan bir uzay-zaman gemisi tam karşıma demirliyor. Yakın
bir güneşten geliyor, Öteki Dünyaları Yerinde Görüp İnceleme Projesi için gelen
üniversite öğrencileri. Yüzayaklılar.
Fusus'ül Hikem okudum hiç yoktan gökyüzünde hiç yoktan kuşlar uçuyor hiç yoktan bir taşın başında…
Gelir her şey kendi biçimi kendi özüyle dünya kendine benzer.
sarksak eşyanın hiç taraflarına şiir üzerine şiir düzenlesek