Tepe not:
Gururla söyleyeyim, Tuğrul Keskin’in Kandahar adlı şiiri Denizsuyukâsesi’nde yayımlanmıştır (Mayıs 2006, sayı 15).
Ve Arif Damar Cumhuriyet gazetesinde “İnsanın İç Burkan Acısı (7 Haziran 2006)” adlı yazısında Kandahar’ı ayın şiiri seçtiğini şöyle duyurur:
“2006 Mays aynda şiire yer veren edebiyat dergilerinden: Akatalpa, Berfin Bahar, Denizsuyukasesi, Dize, Esmer, Evrensel, Hayal, Kitaplk, Merdivenşiir, Üç Nokta, Ünlem, Tan Edebiyat, Tavır, Yazılıkaya, Yedi İklim, Sözcükler, Varlık ve Yasakmeyve’de yayımlanan şiirleri okudum, inceledim.
Tuğrul Keskin’in Denizsuyukâsesi dergisinde yer alan Kandahar adlı şiirini Ayın Şiiri olarak değerlendirdim”. Gerekçesi de şöyledir:
“Tuğrul Keskin “Kandahar şiirinde Afganistan halknn ABD’nin istila ve işgali sonucunda ektiği acılar, her duyarlı insanın içini burkan kederini çok etkin bir anlatmla yansıtıyor. Bu keder ve acıları paylaşırken, dile getirirken şiirini okuyanı da ortak etme çabasını slogana kaçmadan lirik bir anlatmla başaryor. Toplumsal bir mesaj iletebilmek ve bunun estetik kaygıyı bir kenara bırakmadan üstesinden gelmek çok ama çok güçtür. Günümüzde yazılan, yaymlanan şiirlerin genelinde Tuğrul Keskin gibi birkaç şair dışında bu yolda çaba gösteren ve başarılı olan pek çıkmıyor. Genç şairlerimiz bu görev ve sorumluluktan kaçınıyorlar. Kuşkusuz bunda 12 Eylül darbesinin hala sürüp gelen payı yadsınamaz…
Turul Keskin’i kutlayarak öteki şairlerimizin de onu örnek almalarını dileyelim.”
➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖
Orta not:
Aşağıdaki yazı Tuğrul Keskin’in Everest Yayınları’ndan 2009 yılında çıkan 2008 Behçet Aysan Şiir Ödüllü Kanda’har kitabında Nihat Behram’ın Bir Tuğrul Keskin Duruşu / KANDA’HAR adlı yazısıyla birlikte yer alıyor.
Cumhuriyet Kitap 12.03. 2009, sayı 995.
Uzayıp giden kana bak Kan da hara [i]
Türk Tabipler Birliği’nin, şair Dr. Behçet Aysan anısına bu yıl on dördüncüsünü düzenlediği “Behçet Aysan Şiir Ödülü” Tuğrul Keskin’in Kanda’har [ii] adlı kitabına verildi. Ödül töreninde yaptığı konuşmada Keskin, “İstedim ki Behçet Aysan’la her zaman kalplerde yan yana duran adımız, bir kitapta da yan yana dursun. Bu kitabı bunun için yazdım”.
Zihinden bilince yansıyan ‘şeyleri’ görür göz. Diğer bir deyişle zihnimiz kadar görür ve bilincine varırız dünyanın. Göz aslında kaprissiz bir organdır, görür, ama zihinde ne varsa onları. Diğer yandan bu durum gözü ister istemez sınırlı bir organ yapar. İnsan zihni kadar gördüğü için, göz zihnin dışındakileri görmeyecek, göremeyecektir. Bakar, ama görmez dediğimiz durum budur. Gözün imkan ve kabiliyetleri buyruk aldığı zihin tarafından belirlenmiştir.
“Uzayıp giden kana bak Kan da hara” okura izlemesi gereken yolu hazırlayan bir sesleniştir. Zihnimi dürter. “Uzayıp giden kana bak Kan da hara”, der içtenlikle. Ben de “uzayıp giden kana bak”arım “Kan da hara”. Bakar ve görürüm “akan kanda boğulanı Afgan’da”. Zihin, bilinç, göz üçgeninde devre kapanır ve ışık yanar: “Gördüm, bu alçalmışlıkta o şeyi”, derim irkilerek. “Gülen göz, bakan göz, seven göz,”e görmesi için ustalıkla çağrı çıkarmıştır Tuğrul Keskin. “Gör, akan kanda boğulanı Afgan’da”, der. Gülen, bakan, seven göze görevini hatırlatır. Bizi Afgan’da olup bitenin bilincine uyandırmak isteyen bir sesleniştir bu. Kurgulanmış ‘gerçekliğimizden’ alıp bizi Afganistan’ın, orada yaşananların, kanın ve acının rahatsız edici yakınlığına bırakır.
KANDA’HAR’DA POETİKA
Çalışmalarında ‘enformasyon/bilgi kuramı’ndan yararlanan Norbert Wiener “bir iletinin bizim genel bilgimize katkıda bulunabilmesi için bizim zaten sahip olduğumuz bilgiden her anlamda farklı bir şeyler söylemesi gerektiğini” vurgularken “bir iletinin değeri özgünlüğünden kaynaklanır, bu da olasılık dışı olmasıyla ilgilidir” der. Bir körün “ben körüm” demesiyle “yakında bahar geliyor, ama ben göremeyeceğim” demesi arasındaki farktan bahsediyorum anlayacağınız. “Yakında bahar geliyor, ama ben göremeyeceğim”, türünden bir cümlenin gündelik konuşmada yapılma olasılığı son derece düşüktür, ama böyle bir tümce örneğin bir şiirde bizi şaşırtmaz. Bu doğrultuda “Poetik söylem genel olarak ses ve düşünceyi, sesleri ve sözcükleri, olağan biçimlerden farklı bir ilişki içinde yerleştirir, tümceleri alışılmadık tarzda birleştirir, böylece aynı zamanda hem belirli bir anlamlama hem de şaşırtıcı bir duygulanımla iletir.” Tam da bu noktada Umberto Eco’nun [iii] uyguladığı yöntemi kullanarak “söylemin bize sunabileceği tüm olasılık kurallarını kullanan” bir haber metniyle Kandahar şiirini karşılaştırırsak:
Kandahar’da yerleşim yerine bomba: 7 ölü
Afganistan’ın güneyindeki Kandaharda’da (ise) bir bombanın isabet ettiği yerleşim biriminde yedi kişinin öldüğü bildirildi. Afganistan’ın güneyindeki Kandahar kentinde bir Taliban yanlısı Afgan İslami Ajansı (AIP), bölge sakinlerine dayanarak verdiği haberde, “Bombanın iki evi ve birkaç dükkanı tamamen yıktığını ve yangın çıktığını” duyurdu. AIP’e göre, uydu telefonuyla konuşan bir kişi, “Cesetler görüyorum, yedi ceset görüyorum ve bazı yaralılar var. Lütfen fazla şey sormayın, bombardıman hala sürüyor” dedi. [iv]
Haberi okuduğumuzda haberin bize bildirdiği ne varsa, hepsini kesinlikle anlamışızdır, ama az sonra tamamen unutup gideriz. Bizde herhangi bir değişim yaratmaz haber. Daha yazıldığı anda bile aslında çoktan tüketilmiştir. Çok az olasılıkla düzenlenen haber metinlerinde anlam o kadar ortadadır ki bize yeni bir şey söylemez çoğunlukla. Tekrarlana tekrarlana gerçekliği de kısa sürede tükenip gidecektir.
“Geleneksel tümce yapısı kuralarını hiçe sayarak” ve cesur söyleyişiyle “mantıksal geçişleri saf dışı edip” Afganistan’daki durumu gözler önüne sererken ise şöyle seslenir Tuğrul Keskin:
“Gördüm, bu alçalmışlıkta o şeyi
Ölü minik gövdeler, korku fışkıran
Damarlarından korku fışkıran, düm
Göğün altındaydık birlikte gör düm.”
Bir anda ölü minik gövdelerden tutun da korkuya kadar her şey somutlaşır. Gerçekten de korkuyu hissederiz, gerçekten de “bu alçalmışlıkta”ki “o şey” gözümüzün önüne gelir, irkiliriz. Korkunun şiddeti o kadar yoğundur ki! Üstelik bütün bunlar “hep birlikte aynı göğün altındayken” oluyordur.
Haber metniyle Kandahar arasında anlam olarak bir fark var mı peki? İşlevi “bildirme” olan dil işlevsel olarak işini yapmıştır haber metninde, ancak haberi okur okumaz unutup gideriz. Oysa poetik söylem, bildik dil kurallarını çiğneyip geçen, cesurca dil’in ötesini zorlayan, mantık kurallarını önemsemeyen, bize durumun apaçık bir tasvirini yapmak yerine tıpkı “koanlar”da [v] olduğu gibi içinde olduğumuz dünyanın işaretlerini veren dinamik bir ilişkiler ağıdır. Ağzına kadar dolu olan zihinlerde haberler kendine yer bulamazken bir dize bizi uyandırabilir. Başta da söylediğim gibi Tuğrul Keskin adeta zihnimizi dürter ya da deyim yerindeyse zihnimizin döngüsüne çomak sokar. Eco’dan hareketle söylersek, “anlatımın düzenlenişindeki özgünlüğü”, “yani maksatlı düzensizliği” ve “ kesin bir olasılık sistemine göre olasılık dışılığı” ile Afganistan’ın kavranması için bizi yeni bir zihinselliğe dürten çomaktır Kandahar. Dürter ki “bu alçalmışlıkta”ki o şeyi kavrayan zihin bu gerçeği bilince taşısın, göz görsün ve böylece gerçekten nasıl bir dünyada yaşadığımızın farkına varalım:
“Nefes nefese Afgan’da bir ceylan o
Çığlık çığlığa Afgan’da öldürüldü o
Öldürüldü kaç, tım kaç denizine kan
Oradan buzullara, oradan da mağmaya
Daha gideyim istedim daha diplere
Bu yok olası dünyadan daha diplere
toprağın üstündeyiz birlikte, ey gök
Aklımı koru bu yapışkan cinnetten.”
POETİKA VE DİL
Poetik söylem, dilin olağan biçimini bozarak ortaya farklı bir ilişki çıkarır. Öyle ki “ortada bazen bir anlam bile olmayabilir, ama duygular çoktan harekete geçmiştir.” Poetik söylem bunu yaparken tümceleri alıştığımız bir biçimde bir araya getirmez, sözcükler olağan biçimlerinden farklı çağrışımlara, ilişkilere yönelir. Bu anlamda Kandahar’da bize iletilen bilgi haber metnindeki bilgiden daha fazla ve yoğundur. Düzenlenişiyle olduğu kadar söylemindeki farklılık da hemen dikkat çeker. Bu doğrultuda Cumhuriyet Gazetesi’nde (7 Haziran 2006) İnsanın İç Burkan Acısı başlığı altında Kandahar şiirini yorumlayan Arif Damar, Tuğrul Keskin’in “slogana kaçmadan” Afganistan halkının acısını “lirik bir anlatımla” dile getirdiğini söyler. Kandahar’da ortaya konulan farklılığı kuşkusuz herkes teslim edecek, ancak daha önemlisi Kandahar zihinleri Afganistan’a açan bir geçiş kapısıdır. Böylece gerçekten Kandahar’a gireriz. Kendi ‘gerçekliğimiz’ içinde güvenli bir mesafeden izlediğimiz Gerçek bir an’da yüzümüzde patlar:
“Gülen göz, bakan göz, seven göz…
Gör öleni, yok olup gideni Afgan’da”
Gerçek, işte bu kadar yakındır bize. Sözcüklerin içinden doğru gelir bulur bizi. Püskürmelerle. Kıta sahanlığı kıtayı nasıl denizin altında sürdürüyor ve diğer kıtalara bağlıyorsa Kandahar da Gerçek’i sözcüklerin altından, üstünden, içinden, yanından, arasından sürdürür ve bize bağlar. Öyle ki gerçek ve has şiir sahanlığıdır bu. ‘Her şeyin bir aradalığı ve içiçeliği’ de diyebileceğimiz bir ‘durumlar dinamiği, bir oluşum süreci, bir açıklık [vi]:
“Göğün altındayız birlikte, unutma!
Göğün altında ve birlikte, unutma!”
İnsan kendi ‘gerçekliğine’ odaklanmışken Gerçek’i göremeyecektir. Çünkü Gerçek’i görme imkan ve kabiliyeti zihni kadardır. ‘Gerçekliği’ izin verdiği kadar yaşar. Burada ‘gerçekliğin’ nasıl da enerjimizi tükettiğini, ‘güvenlikte yaşamak’ adına bizi nasıl da var olmayı göze alamayan varlıklar yaptığını görebiliriz. Bu da “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” çerçevesinde ölü süreçlere dönüştürmüştür insanı. Bu doğrultuda ‘gerçekliğimizin’ bizi ölü taklidi yapmaya ittiği kesin. Kendimizi korumuş oluyoruz, ancak birer ölü olarak.[vii]
[i] Kandahar, Tuğrul Keskin, denizsuyukasesi, Mayıs 2006, sayı 15.
[ii] Kanda’har, Tuğrul Keskin, Everest Yayınları, 100 s.
[iii] Açık Yapıt, Umberto Eco, Can Yayınları, 2001.
[iv] Netbul, 17.10.2001.
[v] Zen-Budizm’de, mantıkla çözülemeyecek olan bir çeşit bilmecemsi paradokslar.
[vi] Umberto Eco’nun Açık Yapıt’ı yerine ‘bir oluşum süreci’ demeyi tercih ettim. Çünkü açık ve yapıt sözcükleri birbirini dışlar. Diğer bir deyişle ‘açık’ olan bir şey ‘yapıt’ olamaz ya da ‘yapıt’ olan bir şeyde ‘açıklık’ yoktur. Yapılan, kurulan bir şey olarak ‘yapıt’ ‘açık’ olamayacak kadar ‘kapalıdır’. ‘Yapıt’, ‘açıklığı’ kapatan bir kesinlikte olduğu için bu böyledir. Öyleyse bir ‘yapıtın’ ‘açık’ olmayacağı ortadadır. Bu yüzden ‘açıklık’ bir ‘process of becoming’dir. Yani oluşum süreci. Böyle bir süreç tamamlanmamışlığı, bitmemişliği söyler bize. Bitmemiş olan bir şey ise ‘yapıt’ değildir. Zaten Umberto Eco da -kitap Türkçe’ye Açık Yapıt olarak çevrilse de- ‘açıklığı’, olasılıkların çokluğu, ‘seçim yapmaya davet’ olarak ele alır.
Fusus'ül Hikem okudum hiç yoktan gökyüzünde hiç yoktan kuşlar uçuyor hiç yoktan bir taşın başında…
Gelir her şey kendi biçimi kendi özüyle dünya kendine benzer.
sarksak eşyanın hiç taraflarına şiir üzerine şiir düzenlesek