Belki de modası geçiyor insanın.
***
İnsan davranışları karmaşıktır, ama hepimiz yiyip içip çiftleşmek tabanlı bir sahada hareket ederiz. Peki, hayvan dediğimiz diğer canlılar? Onlar da hayatlarını aynı şekilde yaşarlar. Buradan hareketle bütün canlıları birbirine bağlayan bir kalıptan söz edebilmek mümkün. Şöyle bir kıyas kurabiliriz öyleyse:
İnsanlar yiyip içip çiftleşir
Böcekleri yiyip içip çiftleşir.
İnsan böcektir.*
*) Bu kıyas G. Bateson kıyasından uyarlanmıştır. Aslı şöyledir:
İnsanlar ölümlüdür.
Otlar ölür.
İnsanlar ottur.
***
Hamamböcekleri ile kertenkeleler, bunlarla insan ya da insanla küf mantarları arasındaki mesafe sanıldığı gibi devasa bir mesafe değil.
***
Newton’cu kâinatın sorunu “zamansız” oluşuydu ki bu durum “geçmişle gelecek arasında bir simetri” şeklinde betimlenmişti. Durum böyle olunca “uslu bir biçimde birbirinden farklı yörüngeler”in olduğu determinist bir kâinatta yaşadığımız zannına kapılmamak imkansızdı. Daha sonra ortaya çıkan kuantum fiziği ise bu determinist kâinatı “… yörüngelerin olmadığı ancak dalga fonksiyonlarının olduğu kuantum mekaniğine” yerleştirme çabası olarak her ne kadar önümüze yeni bir ufuk açmış olsa da ‘dinamikliği’ betimlemede yetersiz kalmıştı. Kabaca, zaman zaman dalgalanan madde “dalga işlevinin çökmesi” ile belli yörüngeleri takip eden “determinist bir kuşak”tan geçiyordu. Oysa, zamanın okunun doğaya sokulduğu durumlarda sürekli yaratılan ya da oluşan ya da yapılan bir kâinatta geçmiş ile gelecek arasındaki simetri kendiliğinden bozulur.
(Tuhaf Karşılaşma)
***
“Görevimi yaptım. Ölüme hazırım.”
Prof. Dr. Türkan Saylan (1935-2009)
Belki bin yıl sonra bile hatırlanacak söz.
***
Bütün bu aşk-meşk, para-pul meseleleri bizi oyalıyor. Kâinatın kıyısındaki bir gezegende tuhaf işler. Tuhaf şeyler tuhafiye dükkânında bulunur. Dahası: Demokrasicilik ya da özgürlükçülük oyunları, bu sahnede İbiş’in rüyası, ruhun kurtuluşu, bilmem hangi filimdeki minimalist yaklaşım vs… Evet, evet bir sürü kıvır zıvır, bunlardan uzak durmanın yolu yok. “Ne yapalım”, dersin sen de, “gidip en iyisi sarhoş olmak.”
***
İlle de ölümsüz bir şey arıyorsanız, o, entropidir. Her şeyi yadsıyan kuvvet, hiçbir şeye iman etmeyen bir imansız, bozucu ve kırıcı ve hatta dans ettirici, yaman mı yaman bir bey, varolma uğraşlarına gıcık, fena rüzgâr, en nehir, içinde olduğumuz, ama yanı zamanda da içimizde olan devinim, devirin, devirin, devirin, gelişigüzel ve keyfi oyun.
***
… matematiği olduğu kadar şiiri; öfkeyi, kini, savaşları olduğu kadar sevgiyi, aşkı, barışı; masallara, güzel şeylere inanmayı olduğu kadar boşinan’ları, dinleri, dinler üzerinden kavgaları da üreten/yaratan bu kâinattır. Kurduğumuz dünyanın da, bu bağlamda, dünya hakkında bir dünya olduğunu hemen ekleyeyim. Bütün bunlardan, kâinatın, dolayısıyla dünyanın ve giderek insanın devingen, her an hareket halinde bir süreç olduğunu söylemek mümkün. Kâinatı, dolayısıyla dünyayı ve giderek insanı yapan/oluşturan da budur, yani kendinde, kendi kendine, kendini örgütleyen canlı bir organizmaya dahiliz. Tam da bu yüzden bu canlı organizmanın bir dışarısı yok. Derrida’nın “metnin hors-d’oeuvre’ü yoktur”undan (metindışı diye bir şey yoktur) hareketle ben de ‘kâinatdışı’, dolayısıyla da ‘dünyadışı’ ve giderek ‘insandışı’ diye bir şey yoktur diyeceğim. Dahası, bütün bu anlam, değer ve kurallar “insanın yaptığı şey”dir, “… ama insan tarafından yapılmamıştır”. Çelişkili bir ifade mi diyorsunuz; yok, hayır, değil. Bütün bu şeyleri yapan insanın da yapıldığını düşünecek olursak, ama burada hiçbir aşkınsal düşünceye zemin hazırlamamak için bu ‘yapılma’ ya da ‘yapma’ların kendinde, kendi kendine, kendini örgütleme (self-organization) olduğunu özellikle vurgulayarak, esas itibariyle aslında bütün bu anlam, değer ve kuralların insanı, insan denilen canlıya dönüştüren yapıp-etme’ler olduğunu görürüz. Bütün bu anlam, değer ve kuralların üretimi ile, hadi Lévi-Strauss’tan çalarak söyleyeyim, doğa kendini aşar. Böylece, bütün yapıp etmelerin aslında oluş’lardan başka bir şey olmadığını mı demek istiyorum? Kesinlikle! Her şey tekdüze ve “determinist bir kuşak” boyunca süregelirken doğa, bir an’da sıçrayarak başka mecralara doğru bükülür. Böylece, Marx’ın “ölümcül sıçrama” dediği şey gerçekleşir.
(Tuhaf Karşılaşma)
***
Bir PC’nin bilinçaltı/Kabukaltı/korteksaltı
Salınım İçime bir canavar koymuşlar
Hadronlar ama zaten onun içinde yaşıyorum
Sittin sene gibi bir şey, gibimsi ya da
şeyimsi.
Hadi bakalım!
Biraz önce
Ball
Virüs A
www.
Salingervari
Makinebakışı
if a is being @ is becoming.
(Makrop/Gelişigüzel Oyun/Şiir Tesirli Termodinamik Anlatı)
***
Dünya, uzaylaşmış zamandır. Tıpkı diğer gezegenler ya da ağaçlar ya da insanlar gibi.
(Makrop/Gelişigüzel Oyun/Şiir Tesirli Termodinamik Anlatı)
***
Bazen makrobik bir virüs olduğumu düşünüyorum. Üzerinde 1×10¹ bakteri taşıyan 1×10¹³ hücreli makrobik bir virüs. Tabii, daha makrobik olanları da var. Örneğin dünya.
(Makrop/Gelişigüzel Oyun/Şiir Tesirli Termodinamik Anlatı)
***
Makrobik durum*
-yaşlı büyücünün memeleri ne süt veriyor ne de zevk-
Eksikliğin mağlubuyuz hepimiz
yavaş yavaş ve hızlı hızlı çürüyüp gidiyoruz
oysa tam olmak var, ağzına yanayım, tastamam
zalimlik değil de nedir daha doğduğunda ölmüş olmak
kopartılıp atılmak tam tuttum, kopardım sanırken
gelecek güzel günler, aşk, meşk boş versenize
bu güdük ve puşt dünyanın kopyalarıyız
doğurup, doğurtup bir başkasına bulaştırıyoruz bir de
o bir başkası yok mu yanındakilere bulaştırıyor
kültürdür, sanattır, ilerliyoruz derken zalimlik her yerde
hep eksiğiz, hep yarım
görüyorsunuz ya bir vasatlığı büyütüyoruz birbirimizde
bir hapisliği öğretiyoruz birbirimize, iyi mi
ne kaçabiliyor ne de vazgeçebiliyoruz
bakın nasıl ünlüyor T. S. Eliot Çorak Ülke’de:
yaratmanın ve cana kıymanın zamanı gelecek
ilahi Eliot, daha ne zaman!
*) – Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte/Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel/O başkası yok mu bir yanındakine veriyor/Derken karanfil elden ele.” E. C.
(Makrop/Gelişigüzel Oyun/Şiir Tesirli Termodinamik Anlatı)
***
Her şey karışıp karmaşıklaşacak. Giderek. Termodinamiğin bildiğini sizden mi saklayacağım. Sondan başlangıç. Kuantum habbeleri. Olasılıkların ısmarladığı neyse, tamam, teslimim. Savaşmalarla, dinamik bir oluş, burada ya da başka bir yerde. Sokakta ya da çok uzaklarda, Güney Amerika’da, kalpte. Kendini yadsıyor, işte usta. Hep aynı. Dağılıp toplanma. Dengeden uzaklaştığında karışıklıklar, sonra uyurgezerlik. Yüzen terlik. Kendi ortasından fışkırıyor. Kendinde var. Kendi kendine. Kendinde. Varımsı ya da yokumsu. İkisi de. Dağları kaldırıp nehirlerle kendi tabanına taşıyor. Hidrolik şey. İnsanlarla, karıncılarla ve böceklerle, dağlarla, sularla karıştırılmış şey.
(Makrop/Gelişigüzel Oyun/Şiir Tesirli Termodinamik Anlatı)
***
Eliz’in Kasım 2009 sayısında Şeref Bilsel’in İRLANDALI TÜRK ŞAİRİ: JAMES CLARENCE MANGAN adlı yazısına bayıldım: “Mangan, 1 Mayıs 1803’te Dublin’de doğdu. 20 Haziran 1849’da aynı kentte yaşama veda etti. Kırk altı yıllık bir ömür sürdü. Ünlü Oxford Antologie English Verse Mangan’ı İrlandalı şairler arasında değil; Türk şairleri başlığı altında gösterir.” O kadar ki Mangan’ın “… Üç Kalender adlı şiirini okuyunca insanın onun Türkiye’ye gittiğine inanası gelir:
La ilâhe, illallah
Kuşlar gibi neşeli uçtuk
Biz: Emrâh, Osman, Perizâd;
Güldük, şakalaştık ve seyrettik.
Şarap, güller; neş’e, türkü söyledik.
Bütün şöhretlerden vazgeçtik.
Altın ve mücevhere değer vermedik hiç.
La ilâhe, illallah!
Boğaziçi, Boğaziçi
Bize engel olmadı
Her gün neş’e içinde
Yeşil Boğaziçi’ni
Bir yelkenliyle geçtik”
***
Güncelleme: Şiir geçmişte kalmıştır.
***
‘Yolunda gitmeyen süreçle’re ilgim 80’li yılların başında başladı. Henüz onaltı yaşındaydım ve bedenimde birtakım şeyler yolunda gitmiyordu. Bu sürecin bende nasıl da ‘dağıtıcı’, dolayısıyla da ‘yaratıcı’ bir işlevinin olduğunu özellikle söylemeliyim. ‘Yolunda gitmeyen süreçler’ aslında yeni bir yol arayışıdır. Bu halleriyle bu süreçleri dengede olmayan süreçler olarak betimleyebiliriz. Öyleyse, daha önce, başlangıçta bir denge vardı. Bu bağlamda bütün sistemler başlangıç koşullarına karşı duyarlıdır. Bütün bunların ışığında: Zaman içinde, dengeden yavaş yavaş ve hızlı hızlı uzaklaşan bir sürecim ben. Hayat dediğimiz süreç de aslında bu uzaklaşmanın tarihidir.
(Yolunda Gitmeyen Süreçler ya da Kesinliklerin Sonu)
***
Gel gör beni neyledim aşkı!
***
Atomlar, nasıl birbirleriyle öylesine, başıboş ve gelişigüzel çarpışarak yeni bileşimler oluşturuyorsa makro boyutlarda da bu çarpışmalar yaşanır. Hatta, hayatın aslında bir çarpıştırma düzeneği olduğunu bile söylemek mümkün. Bu bağlamda, hayat adeta devasa bir deney tüpüdür. Nobel Kimya Ödüllü Ilya Prigogine’nin de söylediği gibi “… eğer sistem, etkileşimsiz bir parçacıklar sistemine indirgenebilirse, ne çarpışmalar ne de korelasyonlar akısı olacaktır.” Bu, istikrarlı, ama ölü bir kâinat anlamına mı gelir bilmiyorum, ama böyle bir kâinatta yaratıcı ve yenilikçi süreçlerin olamayacağını söyleyebiliriz.
***
tırım tırım seni ararım
arayışım, vatanım
***
Tıpkı maddenin “faz geçişleri” olan gaz halinden sıvı hale, sıvı halden katı hale vs. geçişleri gibi toplumlar da “faz geçişleri” yaşarlar. Madde “faz geçişleri” yaşarken ne ilerler ne de geriler. En iyimser ifadeyle “Bilim dışında ilerleme düpedüz bir mitos”tur. Diğer bir deyişle ilerleme ya da gerileme diye bir şey yoktur. Madde sıvı haldeyken kristalleşerek katı hale geçtiğinde nasıl bir ilerleme ya da gerilemeden söz edemiyorsak bir toplum da, örneğin göçebelikten yerleşik yaşama geçtiğinde o toplum için ilerledi ya da geriledi diyemeyiz. O toplum yalnızca ‘faz geçişi’ yaşamıştır.
(Faz Geçişleri)
***
Slavoj Žižek’in Yamuk Bakmak/Popüler Kültürden Jacques Lacan’a Giriş adlı kitabında söz ettiği Patricia Highsmith’in “Karanlık Ev” adlı hikayesinden:
“Olay, erkeklerin akşamları barda toplanıp her zaman bir şekilde kasaba yakınlarındaki bir tepede bulunan ıssız, eski bir binayla bağlantılı olan nostaljik anıları, yerel efsaneleri -genellikle gençlik maceralarını- yad ettikleri küçük bir Amerikan kasabasında geçer. Bu esrarengiz ‘karanlık ev’in üzerinde bir lanet, erkekler arasında da oraya yaklaşmanın yasak olduğu konusunda üstü kapalı bir fikir birliği vardır. Eve girmenin ölümcül tehlike getirdiği varsayılır (evin perili olduğu, evde yalnız yaşayan ve bütün davetsiz misafirleri öldüren bir delinin oturduğu gibi söylentiler vardır), ama ‘karanlık ev’ aynı zamanda, hepsinin ergenlik anılarını birbirine bağlayan bir yer, kuralları, özellikle de cinsellikle ilgili kuralları ilk kez ‘ihlal’ ettikleri yerdir de (adamlar, yıllar önce, ilk cinsel deneyimlerini kasabanın en güzel kızıyla orda yaşadıklarına, ilk sigaralarını orda içtiklerine dair hikayeler anlatıp dururlar). Hikayenin kahramanı kasabaya yeni taşınan genç bir mühendistir. ‘Karanlık ev’le ilgili bütün efsaneleri dinledikten sonra, meclistekilere bu esrarengiz evi ertesi akşam araştırmak niyetinde olduğunu söyler. Adamlar bu sözlere sessiz ama yoğun bir hoşnutsuzlukla tepki verirler. Ertesi akşam genç mühendis evi ziyaret eder, başına korkunç, en azından beklenmedik bir şey gelmesini beklemektedir. Bu yoğun beklenti içinde karanlık, eski harabeye yaklaşır, gıcırdayan merdivenleri tırmanır, bütün odaları inceler, ama zemindeki çürüyen birkaç kilim dışında hiçbir şey bulamaz. Hemen bara döner ve meclisteki adamlara zafer kazanmışçasına bir edayla ‘karanlık ev’ dedikleri yerin eski, boktan bir harabe olduğunu, esrarengiz ya da büyüleyici hiçbir yanı olmadığını söyler. Adamlar dehşete kapılır; mühendis tam oradan ayrılacağı sırada adamlardan biri hiddetle üzerine saldırır. Mühendis kötü düşer yere ve az sonra da ölür.”
Öyle görünüyor ki bu karanlık dünyadan çıkmanın zamanı geldi.
***
zamanın çocuğuyum ben
o gül bu güldür onu yayıyorum
***
Bateson, Mind and Nature’da (Akıl ve Doğa) şöyle sorar: “Ağı (örümcek ağı) ıstakoza, orkideyi çuha çiçeğine ve bu dördünü bana bağlayan hangi kalıptır (modeldir)?”
***
“Hepsi anımsanacak; ama herkes mücadele ettiği şeyin büyüklüğü kadar”
(Korku ve Titreme, Soren KIERKEGAARD)
***
Canlı olmak yerine gelecek güzel günler için ölü taklidi yapıyorlar. Bu meme sarkmış, sütü falan da yok, hadi yeni bir meme bulun.
***
Kainatın Ağrıyan Yeri, İnsan
Dil konusu sıracalı bir konu. Yıllardır dile getirmekle ‘ağrı’ ve yolunda gitmeyen süreçler arasında bir ilişki olabileceğini düşündüm. Bu anlamda, “Kainatın Ağrıyan Yeri İnsan” betimlemesi yaşlı bir Hintli bilim adamı ve bilgesinin, Phiroz Mehta’nın, “Kendi vücudunu düşün. Sağlıklı olduğun zaman vücudundaki sayısız parçacığın hiçbirinin farkında değilsin. Bilincin tek bir organizma olduğu yolundadır. Ancak bir şeyler yanlış gittiği zaman göz kapaklarının ve guddelerinin farkına varırsın…” demesinden hareketle insanın yolunda gitmeyen bir süreç olduğunu imler. Yani, bir yerimiz ağrıdığında, orası, nasıl yerini belli ederek bizle konuşuyorsa -ağrı dildir-, bize adeta yalvarıyorsa insan da o ağrıyan yer gibi kâinata seslenerek “ben buradayım” der.
(Kâinatın Ağrıyan Yeri İnsan)
***
Yolunda gitmiyor hiçbir şey. Çünkü yol yok.
***
İsterseniz deneyin, bir çay bardağını kırmaya çalışın, direnecektir. Bir kağıdı yırtmaya çalıştığınızda çıkan ses direnişin sesidir.
***
“Yaşamın sonsuz alçalışına” karşı, masumluklarını yitirdikçe habisleşen yığınlara karşı… Yeryüzünün bu gidişatına, bu çürümüşlük ve sefilliğe ortak olan ne varsa, yani BÜYÜK YALAN’ı yüze vurma, elimizdeki en büyük güçtür: Evet, biz sizin içyüzünüzü biliyoruz, ne mal olduğunuzu!e vurma, elimizdeki en büyük güçtür: Evet, biz sizin içyüzünüzü biliyoruz, ne mal olduğunuzu!e vurma, elimizdeki en büyük güçtür: Evet, biz sizin içyüzünüzü biliyoruz, ne mal olduğunuzu!
***
Ben doğar ben ölür. Öyleyse, benin korkusudur ölüm. Beni doğan, beni ölen, beni yaşayan o, her ne kadar üçüncü tekil gibi dursa da, gerçekten o olan o, sabit olan o’ndan farklı bir şey olduğu için, tam da bu noktada kurgusal olan yol’dan çıkıp kendimde kendi kendime kendimi yürürüm. İşte gerçekten yol olan yol budur..
(Şairler, Varlık ve Oluş)
Gelir her şey kendi biçimi kendi özüyle dünya kendine benzer.
sarksak eşyanın hiç taraflarına şiir üzerine şiir düzenlesek
dipteyim/tersinden bakarsanız yukarıda/ağrım hep turfanda/ kalbimi parlatırım sabah akşam halil rıfat’ta/hayat, maliyetini karşılamayan iş.