Uluer Aydoğdu
Deleuze’e gidip sorarsak, insanların en korktukları şeyin sele kapılmak olduğunu söyleyecektir. Varoluşa kapılmaktan ödümüz patlıyor ve kendimizi akıntıda daha az hareketli, yani sabit, aşınmaz gibi duran, görünen bir şeyin, örneğin bir kayanın ya da sert, katı bir düzenin, determinist bir hikayenin yanına, arkasına, içine atıyoruz. Sözüm ona kendimizi sağlam bir kazığa bağlıyoruz ama kendimize, varoluşa sağlam bir kazık atmadığımız ne malum?
Bir metafor değil bu, fiziksel bir şeyden söz ediyorum. Korktuğumuz için kaçtığımız bir kayanın arkası ya da yorulduğumuz için mola verdiğimiz bir çıkıntı… Varoluşu azgın bir nehre benzetebiliriz pekâlâ. İşte, Riccardo Manzotti ve Tim Parks (biri İtalyan filozof, öğretim görevlisi, psikolog, diğeri romancı, çevirmen ve öğretim görevlisi) Zihnin Ucu Bucağı adlı nefis kitaplarında azgın dağ nehirlerinde kanoyla doludizgin giderken akıntıdan kurtulmanın yolunu Parks, Manzotti’ye şöyle anlatıyor: “Her kayanın ya da nehir yatağındaki çıkıntının arkasında bir girdap oluyor. Su orada hapsolup döndükçe dönüyor. Girdabın içine girdiğinde akıntıdan kurtulmuş oluyorsun.” Hobaaa…
Düşünelim: Birdenbire azgın bir nehirde sürüklenen, akıntıya kapılmış bir bedende buldun kendini. Aslında, başta her şey bütündür. Var ama yok, yok ama varsındır kendini bilinceye kadar. Deneyimledikçe dünyayı (tabii kallavi bir tarih ve coğrafya baskısıyla) bir ‘ben’ oluşmaya başlar ve bütünden uzaklaşmaya, bütüne yabancılaşmaya başlarsın. Bir şey, bir nesne olan bir beden vasıtasıyla gördüğün, işittiğin, dokunduğun, kokusunu içine çektiğin, yediğin içtiğin şeylerin, nesnelerin, bedenlerin toplamıdır bu ‘ben’. Bir kenarda dursun şimdilik bu, buraya hayat algımızla ilgili birkaç cümle kurmak istiyorum: Hayat mucizeymiş, kutsalmış, bize özgü benzersiz bir şeymiş, tamam, bunlarda bir gerçeklik payı var. Ancak, başka dünyalarda yaşam ortaya çıkarsa, hayatın hiç de bize özgü, benzersiz bir şey, yani kutsal ya da mucize olmadığı anlaşılacaktır, bir… Hatta başka, başka yerlerde de olduğu gözlenirse, hayat dediğimiz şey giderek sıradan, ucuz bir şeye dönüşecek, iki… Ve üzerimizdeki baskıyı, tonaliteyi kaldıracağından bu durum, “organik bir şovenizm” ve insanbiçimsel kibirle kundaklanmış buyurgan, zorba ve cahil uygarlığımızın, kısmen de olsa önünü açacaktır, üç…
Nerede kalmıştık, azgın nehirde, yani varoluşta, devamla…“Birçok bakımdan asıl önemli olan”ın, aslında “bu dolaşımın ortaya çıkmasına yol açtığı belli biçimler değil, dolaşımın kendisi” olduğunu da anlamamız gerekiyor. Dolaşım dediğimiz şey akış, akıntı, sel, varoluş… Manuel De Landa, Çizgisel Olmayan Tarih (Bin Yılın Öyküsü), adlı eşsiz kitabında Biyocoğrafyacı Ian G. Simmons üzerinden şunları söylüyor bu konuda: “Bir eko sistemde enerji ve mineral akışları, belli türdeki hayvanlar ya da bitkiler olarak tezahür eder (Ian, G. Simmons, Biogeography: Natural and Cultural (Londra: Edward Arnold, 1979), s. 79).” Öyleyse, çevremizde gördüğümüz her şey; bizler, börtü böcek, hayvanlar bu enerji, mineral akışının, akıntısının ürünü şeyler, nesneler, bedenlerdir ve “Bu anlamda organik bedenlerimiz, bu akışların geçici pıhtılaşmalarından başka bir şey değildir”. Yani, akışın, akıntının içindeki şeyler akıştan, akıntıdan ayrı, farklı birer şey olamaz. Bu, şuradan da belli: “Doğduğumuzda, bu akışın belli bir bölümünü bedenlerimizle yakalarız, sonra öldüğümüzde yine serbest bırakırız ve mikroorganizmalar bizi yeni bir hammadde yığınına dönüştürür.” Akıştan ayrı ve farklı bir şey olsaydı bu şeyler, nesneler, bedenler akışı nasıl yakalayacaklardı? Zaten görece olarak daha düzenli ve dengede bir akış ya da akıntıdan başka bir şey değil ki bu pıhtılaşmış şeyler, nesneler, bedenler. Azgın nehire göre daha az azgın, yani daha dengede ve düzenli şeylerden söz ediyoruz. Hatta, biraz daha ileri gidip doğum dediğimiz şeyin aslında dünyanın ya da eko sistemin daha küçük ölçekte kendi benzerini yaratması, dolayısıyla da kendi kendine kendini tekrarlamasıdır diye buraya yeni bir başlık açmak bile mümkün. Şeyler, nesneler, bedenler ise akışı, yani o deneyimi, o yaşantıyı mümkün kılan birer şey, birer nesne, birer beden.
Şunu söylemeye çalışıyorum: Denge ve uzak denge, düzen ve kaos, uyku ve uyanıklık, cennet ve cehennem, doğum ve batım (Doğumun karşıtı ölüm değil batımdır. Doğrusu, ölümün ne demek olduğunu ben bilmiyorum, bana daha çok nesnel, yani fiziksel olmayan hayali ve kurgusal bir gerçekliğin sayıklaması gibi geliyor. Kasvetli, ürkütücü bir şey. Hele bir batım demeye başlayın olsa olsa biraz hüzünlenirsiniz) birbirini dışarılıyor gibi görünen ama aslında birbirini buyur edip içine alan, bütünleyen mutlak, yani yüzde yüz olmayan iki hâlden başka bir şey değil varoluş sahanlığında. Eğer mutlak bir denge ya da düzen olsaydı hiçbir şey olmazdı.
Değişimin felsefesi vardır. Düzenin değil.
Güzel yazı.
“Değişimin felsefesi vardır. Düzenin değil.
“Değişimin felsefesi vardır. Düzenin değil”, harika. Çok teşekkür ediyorum, başka ne bilirim. Saygımla.