Çini Kitap, sayı 66, 2021.
“İnsanlık tarihinin ilk dönemlerindeki büyük değişimlerin (avcı-toplayıcıdan tarımcıya, tarımcıdan kent sakinine geçişin) ilerleme merdiveninde bir üst basamağa varan çizgisel bir gelişme olmadığını, çizgisel olmayan kritik eşiklerin (çatallanmaların) aşılması olduğunu gösteren ilk isim olan” Fizikçi Arthur Iberall, “belli bir kimyasal bileşik (örneğin su) nasıl farklı hallerde (sıvı, katı ya da gaz olarak) bulunabiliyorsa, ısı yoğunluğundaki kritik noktalarda nasıl bir kararlı halden diğerine geçebiliyorsa (bunlara faz geçişleri denir), bir insan toplumunun da, yerleşimlerin yoğunluğu, tüketilen enerji miktarı ya da etkileşim yoğunluğu bakımından kritik kütleye ulaştığında bu hal değişimlerini yaşayabilecek bir “madde” olarak görülebileceği düşüncesini ortaya atmıştır.” Örneğin “İlk avcı-toplayıcı gruplarını, birbirinden ayrı yaşamaları, dolayısıyla nadiren ve düzensiz olarak etkileşime girmeleri anlamında gaz partikülleri olarak görmeye davet eder bizi.“[1]
“Fiziksel sistemler için geçerli olan” durumların “biyolojik sistemler için de geçerli” olduğunu söyleyebiliriz öyleyse: “Söz konusu sistem moleküllerden de oluşsa canlı varlıklardan da oluşsa, içinde dolanan yoğun enerji akışı ve geri besleme olduğu sürece sistem, kendi içinde kararlı haller yaratacak, ayrıca bu haller arasında keskin geçişler sergileyecektir. Biyoloji bu çizgisel olmayan dinamik fenomenleri kapsamaya başladıkça -avcılar ile avlar arasındaki evrimci “silahlanma yarışı”nda karşılıklı bir uyarımın gözlenmesi örneğinde olduğu gibi- “en uygun tasarım” kavramı da anlamını yitirecektir. Bir silahlanma yarışında önceden belirlenmiş en uygun bir nihai çözüm yoktur, çünkü “uygunluk” kriterinin kendisi de dinamiklerle birlikte değişmektedir.” Örneğin “… 19. yüzyılda bu terim, hayatta kalmak için gerekli yetenekleri, uyarlanabilme becerilerini anlatıyordu; bugünse yalnızca doğurganlık ya da üretkenlik çağına eriştirilen yavru sayısında artış anlamına gelir.” Öyle ki “mesele çoğalmayla doğrudan ilgili olmayan uyarlanabilme niteliklerinin uygunluğuna geldiğinde, ortamlarına uygun bir biçimde uyum sağlamış bitki ve hayvan bedenlerini doğal seçilimin şekillendireceği düşüncesi güç kaybetmektedir.” Tam da bu noktada Manuel De Landa, Kauffman’ın[2] da ileri dürdüğü gibi “hem seçilim hem de kendi kendine örgütlenmenin önemli olduğu” düşüncesini benimser. Çünkü “… özellikle de avcı-av silahlanma yarışlarında olduğu gibi, birlikte evrilme örneklerinde seçilim baskılarının geçerli olmayacağı açıklık kazanmıştır.” Öyle ki “Özellikle de kendi kendine örgütlenme ve dengede olmayan, çizgisel olmayan dinamikler teorilerinin neo-Darvinciliğin formelliğine katılmasıyla birlikte” yalnızca “seçilim baskıları” değil, aynı zamanda da kendi kendini örgütleme düşüncesi de evrimleşmede ciddi ciddi dikkate alınmaya başlamıştır. Şöyle de diyebiliriz: Kendi kendine kendini örgütleyen süreçlerin birbirleriyle karşılıklı, dinamik etkileşimi/ilişkisi artıkça süreçler daha da karmaşıklaşıp daha örgütlenmiş süreçleri ortaya çıkarmakta ve böylece “uygunluklar” da süreç içinde değişmektedir. Süreçler, diğer bir değişle türler aslında kendi kendilerine kendilerini tasarlamakta ve birbirleriyle etkileşime girdikçe de öngörülemez süreçleri/türleri oluşturmaktadır. Bir kararlı halden diğerine geçebilen bir kimyasal bileşik gibi türler de “faz geçişleri” yaşayarak evrimleşmektedir. Bu evrimleşme önceden belli bir plana göre (akıllı tasarım) değil de hem zorunlulukların hem de rastlantıların bir karışımı şeklinde kendi kendine kendini örgütleyerek kısmi ve geçici uygunluklarla oluşmaktadır. Burada süreçlerden ya da türlerden kimilerini ön plana çıkarıp diğerlerini görmezden gelmek öyle görünüyor ki çizgisel yol/ilerleme yanılgısından kaynaklanıyor. Böylece geride kalanlar, ileride olanlar ayrımı oluşuyor. Oysa özellikle vurgulamak gerekirse, süreçler içre süreçlerin karşılıklı, dinamik etkileşimi ile oluşan bütünsel (total) bir evrim var. Örneğin bir embriyo oluşumunda ortaya çıkan herhangi bir organ diğer organlardan ne daha öndedir/önemlidir ne de daha geridedir/önemsizdir. Diğer bir deyişle de embriyo bir bütün olarak oluşarak kendisi için en uygun formu alır. Bu biçimlenmede organlar arasındaki karşılıklı dinamik etkileşimin varlığı bir katalizör gibi çalışarak sistemin kendi kendine kendini örgütlemesini sağlar. Bu, sistemin çizgisel olmayan tarihidir.
Basit örgütlenmelerden giderek daha karışık örgütlenmelere geçişler, süreçler arasındaki karşılıklı etkileşim ve ilişki yoğunlaştıkça, “nadiren ve düzensiz” olan karşılaşmalar daha sık ve görece olarak daha düzenli olarak yaşanmaya başladıkça ortaya çıkar. “Avcı toplayıcı grupların genellikle birbirlerinden yaklaşık olarak 113 km uzakta yaşadıklarını gösteren etnografik kanıtlardan yola çıkan Iberall, insanların günde yalnızca yaklaşık olarak 40 km yürüyebileceği tahminiyle iki grup arasında bir günlük yoldan daha fazla mesafe olduğunu hesaplamıştır.”[3] Bu mesafe zaman içerisinde yakınlaşırken asıl olarak “İnsanların tahıl ekip biçmeye başlamasıyla birlikte insanlarla bitkiler arasındaki etkileşim yerleşik topluluklar” yaratmıştır. Bu doğrultuda “… insanlık sıvılaşmış ya da artık daha sık, fakat hala düzensiz bir etkileşim içinde olan gruplar halinde yoğunlaşmıştır. Nihayetinde bu topluluklardan birkaçı tarımsal üretimi, (üreticiler ve gıda tüketicileri arasında ilk kez bir işbölümünü mümkün kılarak) üretimin fazlasının biçilip, depolanıp yeniden dağıtılabileceği noktaya varacak denli yoğunlaştırdığında insanlık kristalleşmiştir; yani merkezi hükümetler kentli nüfuslarını benzer kanunlar ve yasal düzenlemelere tabi tutmaya başlamıştır.”[4] Bütün bunlar Landa’nın da vurguladığı gibi “ne denli basitleştirilmiş olursa olsun”, bize “çizgisel olmayan tarihin doğasına ilişkin önemli bir ipucu vermektedir: ” Arthur Iberall tarımsal hayattan kentsel hayata geçişi “… az sayıda yerleşim arasındaki ticaret akışlarının kendi kendini örgütlemesinin bir sonucu olarak”[5] değerlendirir. Başlangıçta az sayıdaki yerleşim merkezleri arasındaki “nadiren ve düzensiz” ilişkilerin rastlantısallığından giderek daha sık ve görece düzenli ilişkiye geçildikçe kendi kendini örgütleme anlamında zorunluluk da diyebileceğimiz tarımsal hayattan kentsel hayata geçiş mümkün olmuştur.
Öyle görünüyor ki kentler, kentler arasındaki ticaret akışlarının yoğunlaşmasıyla ortaya çıkan uluslar ya da şirketler ve bu doğrultudaki anlam, değer ve kurallar salt insana ait değil, aynı zamanda da dünyaya ait örgütlenmelerdir. Bu örgütlenmedeki farklı aşamalar gerçekten de faz geçişleriyse, aslında “… aşama falan değildirler – yani her biri bir öncekinden daha iyi olan, önceki durumu geride bırakan, ileriye uzanan gelişme basamakları değildirler. Tam tersine, nasıl ki suyun katı, sıvı ve gaz fazları bir arada bulunabiliyorsa, insanlığın her yeni fazı da yalnızca diğerlerine eklenir, önceki fazları geçmişte bırakmaksızın onlarla bir arada, etkileşim içinde bulunur. Dahası, nasıl ki belli bir madde farklı biçimlerde katılaşabiliyorsa (buz ya da kar tanesi olarak, kristal ya da cam olarak), insanlık da farklı biçimlerde sıvılaşır ve katılaşır. Örneğin steplerin göçebeleri (Hunlar, Moğollar), bitkileri değil hayvanları evcilleştirmişlerdir; sonrasında kır hayatı onları sürüleriyle birlikte göç etmeyi dayatmıştır, sanki bir sıvı birikintisi olarak değil, akışkan, zaman zaman dalgalı bir sıvı olarak yoğunlaşmışlardır. Bu göçebeler katı hale geçtiklerinde (Cengiz Han’ın hükümranlığı sırasında örneğin), sonuçta ortaya çıkan yapı kristalden çok cama benzemiştir; daha amorftur, daha az merkezidir. Başka bir deyişle, insanlık tarihi sanki her şey insanlığın nihai hedefi olarak uygar toplumları işaret ediyormuş gibi, düz bir çizgi doğrultusunda ilerlememiştir. Tam tersine, her çatallanmada farklı kararlı haller mümkün olmuştur; bu haller gerçeklik kazandıklarında da bir arada ve birbirleriyle etkileşim içinde bulunmuşlardır.”[6]
Zaman zaman dalgalı bir sıvı olarak yoğunlaşmalar akışkan olduğundan ve ele avuca gelmediğinden bu yoğunlaşmaların denetimini sağlayacak örgütlenmelere gereksinim vardı. “Örneğin organik dünya, 500 milyon yıl öncesine dek yumuşak dokunun (pelte ve buğu, kas ve sinir) hâkimiyeti altındaydı. O noktada hayatı oluşturan etli madde-enerji birikiminin bir bölümü ani bir mineralleşme süreci geçirdi”[7] ve kendi kendini örgütlemede yeni bir malzeme ortaya çıktı: “Kemik”. Öyle ki “Biyolojik yaratıkların ortaya çıkmasına zemin hazırlayan mineraller dünyası, jeolojinin hiç de yerkürenin evriminde geride bırakılan ilkel bir aşama olmadığını, yumuşak, jelâtinsi yeni yapılarla tam anlamıyla bir arada var olduğunu doğrularcasına yeniden öne çıkıyordu sanki.”[8] Diğer bir deyişle değişik haller gerçekleştikçe birbirlerinden kopmuyor, tam tersine bir arada etkileşim içinde yeni, daha karmaşık örgütlenmelere gidiyorlardı. Yeni hallerin var olana katılması yeni örgütlenmeleri tetikliyor ve böylece varoluş da hızla çeşitleniyordu. Her örgütlenme ister jeolojik ister biyolojik ister insan topluluklarına ait toplumsal bileşimler olsun her bileşim yeni örgütlenmelerin hammaddesi olarak alaşıma katılır. Bu doğrultuda “Daha sonraları omurga haline gelecek olan ilkel kemik, yani o katı, kireçleşmiş merkezi çubuk hayvanların hareketlerini yeni biçimlerde kontrol etmelerini mümkün kıldı, onları birçok kısıtlamadan kurtardı ve kelimenin tam anlamıyla harekete geçirerek havada, suda, karada bulabildikleri her oyuğu doldurmalarını sağladı.”[9] Omurganın işlevselliği yalnızca canlı varlıklarla sınırlı kalmadı elbette. Örneğin, köyler, kasabalar ve hatta büyük şehirler bile bir yol/omurga boyunca sıralanmış yapılanmalardır. Bu merkezi hat boyunca yapılanma yeni hareket imkân ve kabiliyetler demektir. Şöyle de demek mümkün: O “ilkel kemik, yani o katı, kireçleşmiş merkezi çubuk hayvanların hareketlerini” nasıl “yeni biçimlerde kontrol etmesini mümkün kıldıysa”[10] köyün ortasından geçen yol da köyün hareketlerini yeni biçimlerde kontrol etmesini sağlayarak diğer yerleşim birimlerine doğru akmasını, onlarla daha çabuk, daha sık ve daha düzenli ilişki kurmasını sağlar. Aynı zamanda da bu durum diğer köylerin, kasabaların ona doğru akmasını kolaylaştıracaktır. Yani yerleşim birimleri artık o omurganın hareket ettirdiği bir işlevsellikle coğrafyada daha rahat hareket edebilecek bir özgürlüğe kavuşmuşlardır. Deleuze ve Guattari’ye göre “Kasaba yolla ilişkilidir. Kasaba ancak dolaşımın ve çevrimlerin bir fonksiyonu olarak var olur; onu yaratan ve kendisinin yarattığı yollar üzerinde fark edilir bir noktadır [bir tekilliktir]. Girişler ve çıkışlarla tanımlanır, içine bir şey girmelidir ve dışına bir şey çıkmalıdır. Sıklığa dayanır. Hareketsiz, canlı ya da insani maddenin kutuplaşması etkisini doğurur; uzantının, akışın yatay ekseninde belli yerlerden geçmesine yol açar.”[11] Fernand Braudel ise “… bütün kasabalar hareketliliği memnuniyetle karşılamış, insanları ve malları dört bir yana dağıtıp yeni mallar ve yeni insanlar toplamıştır” diyerek “Gerçek kasabayı işaret eden şey”in “surlarının içine ve dışına sürekli akıp duran bu hareketlilik”[12] olduğunu özellikle vurgular. Aynı zamanda da bu ortadan geçen yol/omurga boyunca köy ya da kasaba bir iskelet oluşturarak kendisini mekâna yaydıkça kendi içinde de bir hareketliliğe kavuşarak omurgaya bağlı yollar, çevre yollar, bu yolları birbirine bağlayan kavşaklar, köprü ve alt geçitler örgütleyerek daha büyük toplamlara doğru hareket edecektir. Basitçe şöyle de diyebiliriz: Akışkan malzemenin bir omurgaya tutunarak yeni biçimlerde var olma çabasıdır köy ve kasabalar. Birimler arasındaki karşılıklı etkileşim/ilişki artıp karmaşıklaştıkça o yol/omurga boyunca oluşan örgütlenme yavaş yavaş genişleyip ortama yayılarak iskeletimsi yapıların ortaya çıkmasını sağlar. İnsanın iskeleti nasıl “… bu kadim mineralleşmenin” ürünüyse yerleşim merkezleri de bu mineralleşmenin ürünüdür. Özellikle vurgulamak gerekirse “mineral kökenlerini hiçbir zaman unutmayan” kemik, dolayısıyla da omurga “… bizlerin de ait olduğu hayvanlar kolunun karmaşıklaşmasını mümkün kılmıştır.
[1] Manuel De Landa, Çizgisel Olmayan Tarih / Bin Yılın Öyküsü, Çeviren: Ebru Kılıç, Metis Yayınları, İstanbul, 2005, s. 13.
[3] Manuel De Landa, Çizgisel Olmayan Tarih / Bin Yılın Öyküsü, Çeviren: Ebru Kılıç, Metis Yayınları, İstanbul, 2005, s. 13.
[6] Manuel De Landa, Çizgisel Olmayan Tarih / Bin Yılın Öyküsü, Çeviren: Ebru Kılıç, Metis Yayınları, İstanbul, 2005, s. 14, 15.
[7] a.g.y., s. 27.
[8] a.g.y., s. 26.
[9] a.g.y., s. 28
[10] Manuel De Landa, Çizgisel Olmayan Tarih / Bin Yılın Öyküsü, Çeviren: Ebru Kılıç, Metis Yayınları, İstanbul, 2005, s. 28.
[11] a.g.y., s. 28.
[12] a.g.y., s. 28.