asil bir duygudur bu kanında dolaşan
Ankara’nın taşına bak ve kımılda
kavra şiirini
barut mu, aha işte kalbin
rüzgâr nasıl olsa esecek, belki de o rüzgâr sensin
ol emre uyarak alacalandı mı üzüm
durmaz yürür şaraba, sonrası şiirkerim!
Düşünüp taşınmak var olan (mevcut) yerini, konumunu, hâlini başka bir yere, konuma, hâle taşımak demek. Değilse düşünmüyor çoktan düşünülmüş bir yere, hâle taşınmış oluyorum.
Martılar olmasaydı misal gökyüzü boş bir tuval gibi olurdu şiir geçmez türkü işlemez.
Misal kırlangıçlar olmasaydı ne yapardım.
“Kuşların kraliçesidir kumrular”, diye soluksuz, ama aheste beste, sanki zen zene, hiç hiçe tekrarlayarak balkonda görünen
Her an ki an ne kadar sürer, belki bir saniye, belki yıllar yıllar, hatta çağlar çağlar, yeni bir sayfa açılıyor efendim. Önceki sayfa ise buruşturulup, yırtılıp, yakılıp atılıyor. Sürekli devinim. Katı, sert, hareketsiz gibi görünen şeyler görebilen gözler için hiç de öyle değil. “Duyularımız yeterince iyi olsaydı kayalıkların raks eden kaos olduğunu görürdü”. Makroskobik düzeyde olduğu gibi mikroskobik düzeyde de bitmek bilmeyen bir uğraş sürüyor, Nietzsche işte.
belki de bir solucan deliğinden geçip geldik buraya.
hiç yoktan geliyorum
hiç yoktan bir çıkıntının ucundaki girintiden
hiç yoktan bir vadide akan dereden
dünyanın fırlatıp attığı bir çığlığım
hiç yoktan temeller üzerinde yükselen
sofistike bir sey
şu an onu okumaktasın
burası hiçliğin sesi
istersen sesin hiçliği de diyebilirsin
de gitsin gidebildiği kadar
hiç çekmenin böğürtüsüyüm ben
dünyayı ele avuca gelmezliğinden tutup kavramanın hiç denizi
dünya denilen bu tümsekteki debelenip çırpınmalarım boşta kalmış ellerim kadar hiç
ağırdan alıp kendini zamana yayıyor çakıltaşı
uzatmanın âlemi değildir de nedir bu
âlemin uzatması
ben ne bilirim.
Akıştan başka bir varlığın yok yahu
varlığından başka bir akış.
Burada kendi dediğimiz şey; bir şey, bir nesne, bir beden, bir cisim olmayan kendini örgütlemekten başka bir şey değil. Ve her defasında ya da anbean kendi kendine kendini örgütleyen kendini örgütlemeden söz ediyoruz burada. Daha genel olarak örgütlemeden. İlle de bir varlıktan söz edecek olursak asıl varlık örgütlemenin kendisidir. Gövde ya da beden odur. Ve o anbean kendini (toplamını) aşan anlamı ve hayatı olan bir şey. Asıl olan bu. Kendi kendine kendini ortaya çıkarıp yaratan örgütlenme bu. Örgütlenme kendi örgütlüyor. Var olan bu, olup biten, bitip olan bu. Misal doğa. Toplu bir kendini düzenleme, örgütleme, organize etmedir. Kendi kendine kendini yapma ve aynı zamanda da kendi kendine yapılıp edilme. Yapıp eden de yapılıp edilen de kendini örgütlemedir. Yapılıp edildiği kendini yapıp eden örgütlemedir bu, düzenleme, organize etme.
Dört boyutlu bir kafeste olduğumuz için bunu anlamak, gözümüzde canlandırmak çok güç. Dört boyutlu, daha doğrusu boyutsuz bir şeyi boyutlu akıl yürütmelerle anlamanın, boyutlu şeyler arayan gözlerle görmenin neredeyse imkansız oluşundan söz ediyorum.
İlle de dört boyutlu şey, nesne ve beden arayan gözlerimiz doğal olarak boyutsuz, bir şey, bir nesne, bir beden, bir cisim olmayan kendini örgütlemeyi göremeyecektir.
Ve misal, doğa bileşenlerine karşı ilgisizdir. Aşk için bileşenleri “saman köpeklerinden” başka bir şey değildir. Çiçek moleküllerden oluşur ama molekül değildir. Moleküller atomlardan oluşur ama molekül değildir. Atomlar atomaltı parçacıklardan oluşur ama atomaltı parçacıkları değildir. Doğa enva-i çeşit şey, nesne ve bedenden oluşur ama bir şey, bir nesne, bir beden değildir. Doğa ağaçlar, orman, börtü böcek, sincap, çiçekler, kaplan, nehir, dağlar, antilop, primat değildir. Onların yapıp ettiği, örgütlediği bir şeydir, ah, evet onların toplamıdır ancak o toplamı aşan anlamı ve hayatı vardır. Bileşenlerine indirgenmez, bileşenlerine karşı ilgisiz, duyarsız ve onlara karşı hiç de cömert olmayan bir bütünden, öbekleşmeden, tümlükten söz ediyorum.
Sevdakeş, güzel bir kitap ismi, söylemiştim bunu, harika bir buluş olduğu da doğru, bunların ötesinde ise bağımlılığa işaret ediyor. İlgilendiğim konu da bu. Esrarkeş’ten devşirilmiş bir sözcük ve pek yerinde. Düşünelim öyleyse biraz. Esrarkeşler esrara bağımlıdır, öyle değil mi? Sevdakeş de sevdaya bağımlıdır öyleyse. Buradan çıkarak bağımlı olduğumuz şeyleri çoğaltabiliriz pekala. Arabakeş, eşyakeş, kitapkeş, iktidarkeş, şiirkeş, sekskeş, kahvekeş, çaykeş, alkolik deniyor ama alkolkeş, rakıkeş, parakeş… Ve hatta hayatkeş. Bağımlılığın, tiryakiliğin en önemli özelliği varlığını bağımlı olunan şeye, maddeye, işe, kavrama bağlamaktır. Ve bir kere öyle ya da böyle bağlandıktan sonra o şey neyse onsuz yapamamaktır. Bağımlı o şey neyse onsuz yapamadığı gibi hep daha fazlasını ister bir de. Varlığı tamamen bağımlı, tiryakisi olduğu şeye bağlıdır artık. Onsuz yapamaz. O şeyin yokluğu düşüncesi bile katlanılmazdır. Bu yüzden o şeyi elde etmek için her şeyi göze alır keşler.
hazır değilsen yokluğun başka şeyleri var ediyordur.
Gökçe bir açıklıkta
kalbim gider ben giderim
ben şimdi biraz Veli’yim, biraz Pir, biraz Nazım
Enver bir göğün altında
şiirdir bu
şiiriyet’ten sual olunur mu hiç
ben şimdi biraz Behram’ım, biraz Çelebi, biraz Attar
Uzman ya da otorite değilim.Kaldı ki uzmanlık ya da otorite olmak bütünsel (total) olanı bileşenlerine indirgemekten başka bir şey değil. İşbirliği yerine işbölümünü öne çıkaran hayali ve kurgusal gerçekliğimizin uzantısıdır indirgemek. Bütünden koparıp bütüne yabancılaştırma aparatı.
Ah,evet fiziksel gerçekliğe uymayan hayali ve kurgusal (insanbiçimsel) bir gerçekliğimiz var.Tipik bir kapalı kap.Eşik cinlerimden 77 Nobel Kimya Ödüllü İlya Prigogine’nin (termodinamiğin şairi olarak da bilinir ve 60’lı yıllarda devrim yapmıştır) bütün çıplaklığıyla gösterdiği üzere içeriden ve dışarıdan enerji akışları yoksa sistemlerin var olan konumunu sürdürme eğiliminde olduğunu ve kapalı kaplarda/toplumlarda/
Etrafımızda gördüğümüz, işittiğimiz, dokunup kokladığımız, yediğimiz, içtiğimiz her şey, her nesne, her beden görece uzak dengede ve kaotik (mikroskobik) temeller üzerinde yükselip makroskobik sınırda beliren görece dengede ve düzenli şey, nesne ve bedenlerdir. Görece daha katı, sert ve hareketsiz (düzenli/dengede) şeyler daha ağırdan alıp zamana öyle yayarlar kendilerini. Örneğin dağların ya da çakıl taşlarının ömürleri daha uzundur. Doğumları uzun sürdüğunden ölümleri de uzun sürer.
Bileşenlerimiz olan atomaltı parçacıklarının, atomların, moleküllerin toplamını aşan anlamı ve hayatı olan öbekleşmeleriz biz. Öyle ya da böyle yeniden bileşenlerimize dönüşeceğiz. Yani ölü ya da diri dünyaya gömülüyüz.
Öbekleşmelere ben mahsul diyorum. Aynı zamanda da tohum olan. Mahsul var olamayacağı yere/zamana gelince var olabileceği toprağa, o doğurgan rahmin, matrisin bildiğine, şefkatine tohum olarak ekilir. Üst, alt; alt, üst olur böylece anbean.
Ancak mahsul tohumlardan oluşur ama tohum değildir. “More is different”, fazlası, daha fazlası farklıdır diye tabir edebiliyorum ki bu durumu ilk fark edenlerdendir Prigogine. Daha öncesinde
Bir de denge ile uzak dengenin ya da düzen ile kaosun yüzde yüz, mutlak olmayan iki uğrak yeri olduğunu söylemek isterim. İlya Prigogine ve Isabelle Stengers’in birlikte yazdıkları nefis bir kitap var: Kaostan Düzene – İnsanın Doğayla Yeni Diyaloğu. Bilirsiniz hakiki diyaloglar şaşırtıcıdır. Oysa insanbiçimsel uygarlığımız monologtan başka bir şey değil. Kibirli, buyurgan, zorba ve cahil. Cahilliği bütünden uzaklaşmak anlamında kullanıyorum.
Bebek yürümeyi öğrenirken denge ve uzak denge uğrak yerlerine vararak ilerlemeyi öğrenir. Yürümesi, ilerlemesi için adım atıp dengeden uzaklaşması gerekir, sonra diğer adımla, hop dengeye ulaşır. Yoksa yürüyemez. Toplumlar da böyledir. Uzak dengeyi, yani kaosu göze almazlarsa yürüyemezler. Tam da bu yüzden hep dengede kalmak, istikrar vs. tehlikelidir. Kaosla korkutulmaktan söz ediyorum. Yani ölü kalmamız isteniyor, yukarıda da söylediğim gibi kör ve uyurgezer olmamız.