Uluer Aydoğdu
Akıntıdan, akıştan kaçarken yakalandığımız girdapta dönüp duran bir kutu ya da bir tahta parçası gibiyiz. Kendimizi sağlam bir kazığa bağladığımızı sanıyoruz ama örneğin yaratılış miti ya da ilerleme hikâyesi, varlığımızı koruyacağını düşündüğümüz sert ve katı düzenler, hepsi bu girdabın marifeti. Döngüleri düşünün, akıntının, akışın dışında, nesnel, fiziksel gerçeklikle bir alakası olmayan zihinsel kurgulardan başka bir şey değildirler. Debelenip durduğumuz, dönüp durduğumuz kesin. Yakalanmışız girdaba, ağa, döngüye, olan bu. Kısır bir döngü bu ve Manzotti, Parks’a şöyle açıklıyor bunu: “Gündelik algıda, yakın çevreden gelen akıntı o kadar güçlüdür ki girdaplar genel akışa bir katkıda bulunmaz. Her şey orada potansiyel olarak sonu gelmeyen bir atlıkarıncada döner durur. Girdaba kapılıp dönen hafif bir teneke kutu gibi.”
Tamam, anoloji bu ama Samuel Beckett’ın, 1980 yılında yazdığı ve ertesi yıl televizyon için çektiği Quad’dan (hangi noktaya ya da nereye kadar demektir Quad) hareketle Ne İçin Nereye Kadar diye sorarsak: Tıpkı Quad’da olduğu gibi sahneye girip çıkıyor ve sahnede verili bir alanı deneyimliyoruz. Sonra başka oyuncular. Seriler bitiyor seriler başlıyor, ama Ne için Nereye Kadar? Doğrusu kısır döngüler girdaptır. Tipik kapalı kaplar. Kendimizi nasıl anlamlandırıp şartlarsak şartlayalım akışın hemen yanı başında ama dışında bir alan deneyimi, yaşantısıdır. Sonu olmayan. Tam da bu noktada ilave etmeliyim ki nesnel gerçeklikle zihinsel gerçekliğimiz arasındaki gerilim, çatışma akıntıyla girdap arasındaki gerilimin aynısıdır. Yani burada anoloji yok. Öyleyse çocukluğun da alemi yok. Büyümeliyiz. Nesnel gerçekliğe uymayan, fiziksel gerçeklikle alakası olmayan bütün zihinsel örtülerden, çit ve duvarlardan, baskı ve zorbalıklardan, kibirden ve cehaletten kurtulmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok. Yeni bir dünya yapıp edeceksek bu dünyanın nesnel anlam, değer ve kurallara ihtiyacı var; sayıklamalara, illüzyonlara, safsatalara, mitlere, hikayelere, imgevelemelere değil. Gerçek kopuş, devrim de zaten budur. Değilse birtakım restorasyonlar, kıvırtmalar, masallar.
Uzak denge ürünü olmana rağmen denge ve düzen peşindeysen, tıpkı bir teneke kutu gibi takılıp kaldıysan bir düzene, bir düşünceye, bir duyguya bu atlıkarıncada döner durursun. Oysa akıntıdan ayrı bir varlığın, varlığından ayrı bir akıntı yok. Yalnızca akıntıya göre daha düzenli, daha dengede bir şeysin. Akıntının, akışın pıhtılaşmış hali…
Dario Fo’nun belirttiği üzere “bugün en iyi şey, bu fantastik rüzgâr ve güneştir” ve hayali ve kurgusal gerçekliğe rağmen “dünya ölçeğinde örgütlenen genç insanlardır.”
Şimdi, büyüme zamanı.
Pek hicâzkar, pek mahir bir kuştur cesaret
bi gayret.
Karıncalara ne kadar benziyoruz. Hep aynı döngü içinde koşturmak. Dönmek hizmet etmek hizmet beklemek. Bir girdap yutuyor bizi kocaman.
🙂 Atlıkarıncada dönüp duruyoruz 🙂 Siz karıncalara benzetince. Harika. Çok yaşayın emi!