astarını yırtmaya yönelik yersizliğimiz ovar palmiye ağacı ile badem ağacının seviştikçe terinde yeşerdiği hasreti
boşnak ağzıyla büyüttüğü ahkam kesmelerinde renk büyücüsü tarihtir ki göçe ayak bastığımızdan beri yazmaz adımlarımızın yorgunluğunda ünlem ünlem çoğalan yalnızlığın medeniyetini
kuş kanatlarının altına sığmaz rotasız bir rüzgar esiyor hafızasız taraklarla döllenen saçlarımızda balıklar böyle umarsız sular böyle utandıkça Rus tankları Çek kadınlarının bacaklarını kıskanınca 1968’de on iki yaşında on üç kurşunla tanışınca Uğur Kaymaz 2004’te Mardin’de isyan bayraklarının kanıdır akıttığım denizlere söyle köpürüp dalga dalga büyütmesin kemiklerimde göçü
etnik bayramlar yalnızlığın ortak dilini konuşamazlar ağzımızın çukuruna gömülürken ölüm senfonileri iki coğrafyayı buluşturmak namına yaşayana hayal kurmak yasaktır sor bakalım hüznün kaç kıtasıyla sevişmeli kaç milyon demir eritilmeli kaç bin yıl geçmeli baharda patlamaya hazır çiçeklerin bekçiliğinde aç kalmanın dünya barış salgınına yakalansın diye
tüfek namlusunda utanınca mermi banklar kapatınca pandoranın kutusuna tarihin matem bölümlerindeki başlıkları balıklara söyle böyle uzak bir memleket gibi yüzmesinler sigara izmaritlerinin söndürdüğü bu hüznü ülkem bildim
ey bilim ve kaos günlüğü bağışlanmaz bir günahtır artık insan olmamızla pimini çektiğimiz dünya ve balıkların bilmediğidir üstü açık uyutulmuş bir coğrafyada üstü kapalı merdivenlerin basamaklarını doğu-batı arasında sıkışmış bir güneşle çıktığımızı ağzımızın çukuruna gömülüyor ölüm senfonileri ey bilim ve kaos günlüğü göğün astarına göçe mecbur Ortadoğu ey doğu-batı arasında sıkışmış güneşin doğurduğu topal sabahlar asıl medeniyet yalnızlıktadır ve yine balıkların bilmediğidir göğsümüzde barutu doldurulan mermilerin topraktaki ilahı cehennem locasına çevirmeye sözlü olduğunu