Uluer Aydoğdu
“Niçin hiçbir şey yerine her şey var?”
İnsan oluş, vatan oluş, şair oluş, çiçek oluş… Bütün mesele “olmak ya da olmamak” değil ‘oluşmak ya da oluş(a)mamak’. Çoğu zaman kendimizi sıkışıp kalmış gibi hissederiz. Doğrudur, çıkış yok gibidir: Acaba hakikaten çıkış yok mu? Belki de hakikaten saplanıp kaldık buraya.
Tam da bu noktada, Nietzsche’den söz etmemek olmaz: “Eğer görebilen gözler olsaydı uyuklayan bir kayalığın raks eden kaos olduğunu görürdü”. Sanırım, varlık (being) ile varoluş (becoming) arasındaki çelişkiyi ya da iç içeliği bundan daha iyi anlatan bir cümle olamaz.
Kendi kendine kendini organize eden sistemler
Kendini bakterilerle, virüs ve mikroplarla olduğu kadar dinozorlardan tutun da sivri burunlu farelere, lemurlara, ihtiyazorlara, bitkilerden böceklere, balıklara ve insana kadar enva-i çeşit biçime dönüştürerek gerçekleştiren canlı bir organizma demek mümkün kâinat için. Hatta, bu organizmaya jeolojik oluşumlar olan dağları, dereleri, vadileri ekleyebileceğimiz gibi insansal anlam, değer ve kuralları da katabiliriz. Ancak, üç boyutlu mekân ve doğrusal/çizgisel zaman algımız bütün bu şeyleri (süreçler) bizden ayrı ve birbirinden kopuk, yani müstakil olarak görme eğilimindedir. Deliler, işte, bu bloke olmuş enerji kalıplarının (varlık) akmasına öyle ya da böyle izin veren kişilerdir. Örneğin, sarhoş olup esridiğimizde, kısmen de olsa, günlük, bildik dünyanın gerçekliğinden çıkıp daha farklı bilinç düzeylerini yaşarız. Deliler bu okyanusta kontrolsüz bir şekilde batarlarken normal dediğimiz insanlar inşa ettikleri gündelik yaşam adacığında yaşarlar. Sanatçılar ise bu iki çelişik bilinç düzeyini bir yollu birleştirebilmiş insanlardır. Ancak, kişi-üstü yaşantılardan referans alan bu insanların kesif gerçeklik ve üç boyutlu mekân ve doğrusal/çizgisel zaman algısı için tehdit oluşturdukları, yani tekin olmadıkları kesin. Hiyerarşik örgütlenmelerin sanatçılara karşı kuşku duymaları bu yüzdendir. Her ne kadar sistemin içinde yer alsalar da, sanatçılar akışkanlıklarla, akış ve oluşlarla bağlantılarını koparmazlar.
Nietzsche’nin sözüne geri dönecek olursak kayanın aslında bir süreç olduğunu görürüz. Örneğin, şu her gün kullandığımız kalemin kapladığı uzayda ağırlığı, biçimi, yani bir varlığı var. Ama aynı zamanda da atomlar, atom altı parçacıkları, moleküller harıl harıl çalışıyorlar kalemin içinde. Hareketli ve dolayısıyla da canlı bir şeydir kalem. Bu yüzden uyukluyor gibi göründüğüne aldanmayın. Diyeceğim o ki, taş ya da kaya dediğimiz şeyler de birer süreç, görece olarak katılaşmış akışlar ya da oluşlardır. Eğer hakikaten görebilseydik aslında kalemin de tıpkı Nietzsche’nin kayası gibi dans eden bir kaos olduğunu görürdük. Bu bağlamda, örneğin Sanskritçede cisim ya da nesne sözcükleri yerine süreç, ilişki sözcükleri vardır. Zaten, bilim de nesnelerden süreçlere geçerek nesne dediğimiz şeylerin süreçler içre süreçler, bir ilişkiler ağı olduğunu kabul etme noktasında bir ‘zihinsel dönüşümün’ eşiğindedir. Şöyle de diyebiliriz: Hepimiz oluşlardan, yani süreçlerden, yani ilişkilerden başka bir şey değiliz. Hatta, oluştan, oluşlardan başka bir varlığımız yok.
Peki bütün bu varlıklar, biçimler, nesneler nerden geliyor?
Heidegger, Being and Time (Varlık ve Zaman)’da “Niçin hiçbir şey yerine her şey var?”, diye sorar. Binlerce yıldır tartışılan, bir çoğumuzun zaman zaman kendine sorduğu, insanı çileden çıkaran, insanın canını yakan, “birazcık daha düşünecek olursam delireceğim” dediği bir sorudur bu. Nobel Kimya Ödüllü Ilya Prigogine ise böyle bir sorunun “anlamlı bir soru olduğundan emin olmadığını” belirterek “Belki de bu soru, dünyamızın dışında olan ve bu dünyayı yaratmakla yaratmamak arasında tercih yapabilen Biri’nin bakış açısıyla sorulabilir” der. Onun yerine, “sahi, en altta ne var” diye sormak daha anlamlı bir soru gibi geliyor bana. Çünkü, yukarıdan aşağıya değil de aşağıdan yukarıya bakmak, içeriden doğru bir bakış olacağından, bütünü anlayabilmek kadar kendi kendine, kendini örgütleme konusunda da bize birtakım ipuçları verecektir.
Sahi en altta ne var?
Artaud’un bir şiirinde geçen Organsız Beden’den söz etmek istiyorum burada. Ancak, organsız beden, en altta yer almakla birlikte hiçbir şeyin dayanağı ya da üzerinde mekânın oluştuğu bir yüzey değildir. İlle de tarif etmek gerekirse “Katmanlaşmamış, şekilsiz, yoğun maddedir, yoğunluk matrisidir, yoğunluğu sıfıra eşit maddedir… Sıfırdan başlayan yoğun bir büyüklük olarak gerçeğin üretilmesidir.”[1] de diyebiliriz. “Organsız beden” tamlamasını alıp biyolojik, sosyolojik, kültürel süreçlere olduğu kadar jeolojik süreçlere de aktaran Deleuze ve Guattari’ye göre bütün bu süreçler “organsız beden”deki geçici ve kısmi oluşumlar, pıhtılaşmalardır. Tabii bu pıhtılaşmalarla “organsız beden” ya da uzay-zaman arasındaki karşılıklı yoğun geri beslemeyi hep göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Organsız Beden
David O. Russell’ın I Heart Huckabees/ I Love Huckabees (Tesadüfleri Seviyorum) (Jason Schwartzman, Isabelle Huppert, Dustin Hoffman, Lily Tomlin) adlı filminde, Dustın Hoffman elinde bir battaniyeyi tutarak “Bu battaniye dünyadaki bütün madde ve enerjiyi temsil ediyor diyelim” der ve öyle görünüyor ki böylelikle Organsız Beden’e giriş yapar: Bu bağlamda, ‘her birimiz, battaniye üzerindeki ayrı ayrı, irili ufaklı kabartılarından biriyiz’ demek mümkün. Örneğin, başka kabartılar daha yapalım, onlar da kanser ya da orgazm ya da kin, kalleşlik, hasret olsun. Ya da aile, kabile, klan… Sahi bir dağı ütülesek ne kadar cevher eder? Her şey, yüzeyde, birbirinden ayrı görünse de varoluş sahanlığında birbirlerinin içine geçmişlerdir. Bu anlamda, bizim çiçeklenen bir ağaçtan, bir dağ oluşumundan en azından teknik olarak bir farkımız yok. Tıpkı yeryüzü şekilleri gibi, varoluş şekilleri var diyebiliriz. Diğer yandan ise kâinat oluşan bir şey, kendi kendine, kendini var ettikçe varolan, var oldukça da kendini var eden bir organizma/sistem. Bizler her ne kadar ‘olmak tabanlı’ bir zihniyetle hareket etsek de özde ‘oluş tabanlı’yız. Bir akış, bir sel… Deleuze’e göre insanların en korktukları şey de sel. Yani bir şeyin bizi sürüklemesini, bir şeye kapılıp gitmek istemiyoruz. Ama nafile! Umberto Eco’nun, Açık Yapıt adlı muhteşem kitabında gösterdiği gibi “evrensel entropi eğrisi” her an iş başındadır ve bizim sahile/hayata bırakmaya çalıştığımız ayak izlerini bir darbe ile siler atar. Sonra yeniden, tıpkı Sisyphos Efsanesi’nde olduğu gibi. Her nesil yeniden başlar. Ancak, yine de “incelikli bir umut duygusu” da yok değildir hani. Umalım ki 2015 (2015 tane 1’dir) yılı kaosun kalbinden bize kozmik dengeye açılan bir kapı olur. Öyledir, her hastalık yeni bir sağlık arayışıdır. Öyledir, her yeni yıl kolektif bir sezgisiyle o kapının açılmasını beklediğimiz için, her şeye rağmen, coşkulu ve umutluyuzdur.
Oluşmanın yerine olmak. Olan şey, göçebe oluşun tam tersidir. Böylece kasabalara, şehirlere, anlam, değer ve kurallara yerleşilir. Sınırlar, çitler, duvarlar böyle böyle ortaya çıktı. Süreç düşüncesinde yapısal hiçbir şey bulamazsınız, bu yüzden de giriş, gelişme ve sonuç ya da temel, temel kazma, dolayısıyla yapı diye bir şey yoktur. Yapı yoksa kirişler, kolanlar da olmayacaktır. “Yükseltin tavan kirişlerini ustalar” diyordu Salinger, Amerikalı. ‘Özgürlükler coğrafyası’ belli ki dar geliyordu. Darlığı ortadan kaldırmak için en iyisi kirişleri (kirişi) kırıp kaçmak. Gelecek ise ancak başımıza geldikten sonra bilebileceğimiz bir şey.
Ne diyordu Sartre: “İnsan asla bilemeyeceği
bir hakikatin işçisidir.”
[1] Çizgisel Olmayan Tarih/ Bin Yılın Öyküsü, Manuel De Landa (Çeviren: Ebru Kılıç), Metis Yayınları, İstanbul, 2006,s. 337.